7 Kasım 2008 Cuma

Cat Walk’ta yemek tanrısı!

Nişantaşı’nda yaşayanlar ya da Sofa Otel’de bir gece geçirmiş olanlar iyi bilir, ben bilmeyenler ya da henüz vakit bulup da gidemeyenler için yazıyorum. İzzet Çapa’nın 2008 Nisan ayında açılan son mekanı Longtable, uzun sohbetler ve değişik tatlar arayanlar için ideal bir seçenek. New York porsiyonundaki etleri ya da carpaccio büfesi yetmezse, yüzden fazla peynir çeşidinin önünüze serildiği masanızda kokteylinizi yudumlarken kendinizi podyumun tanrısı gibi hissedebilirsiniz.
Tel: (0212) 224 81 81
Adres: Sofa Hotel, Nişantaşı

11 Ocak 2008 Cuma

Cüzdanları ve algıları tepetaklak eden 10 ikon! -WHOP-


MSN

1990'larda ortaya çıkan bu fenomen insanları yemeklerinden uzaklaştırmış, uykularını azaltmış, ağızlarından tek sözcük çıkmadan iletişim kurmalarını sağlamıştır. Teksas'ı İstanbul'a bağladıktan sonra, Berlin üzerinden kesintisiz bir hat çeken MSN, Avustralya'nın ücra kasabalarından birinde sonlanır. Bu sadece tek bir konuşmanın, on saniye içinde kapladığı alanı gösterdiğine göre, MSN'in çapı Pi sayısından uzun olabilir. FYI, hpmz msn'i svyrz =D

Diesel
Kate Moss’tan sonra dar kesim bir markanın moda olacağına kimse inanmamıştı. Diesel cüzdanlarda büyük çukurlara sebep olmayı başararak hepimizin gardrobuna girdi. Yırtık jean modası geçmezse otuz yıl daha bu kotları giyebiliriz.

World of Warcraft
Önümüzdeki yüzyıl sonlarında, hayatın sekizinci boyuta geçmesinin hemen ardından, joystick’lerin ve koltuğun kenarında biriken şişelerin, Voltran tarafından imha edilmesi bekleniyor. Lütfen televizyonlarınızı güvenle kapadığınızdan emin olduktan sonra kanapeleri terk edin!

Nokia
Kedinin miyavlaması, arabanın egzozu, Nokia’nın sesi. Dünyanın neresine giderse gitsin kendisi pek popüler. Etrafında tuşlarına basmak isteyen hayranları birikir. Fazla imza vermekten GPS sisteminin yorgun düştüğü söylenir.

Adidas
Üç çizgi görünce Apaçi sandılar, siyah beyaz olunca Beşiktaşlı dediler, ilk harfleri yüzünden pazarda bile sattılar. Bunların hiçbiri Adidas’ın umrunda değil, kendisi David Beckham’ın varisi olur.

Granny Smith
Tenisçi ismine benziyor, İrlandalı bir dük de olabilir. Belki biraz hayalperestseniz Vin Diesel’in son filmlerinden biri olduğunu iddia edebilirsiniz. Oysa kendisi yalnızca bir elma. Yeşil, pahalı ve sulu olan cinsinden. Ağustosta başınıza düşerse ekime kadar saklayın.

Mac
Şimdi beyinleriniz sizi otomatik olarak elma şekilli bilgisayarlara koşulladı. Oysa biraz güzelleşme meraklısı olanlar iyi bilir, Mac bir kozmetik markasıdır. Dünyada başka biçbir farda olmayan renkleri üretir, rujları parlatır ve kirpikleri uzatır. Öğlen tatilinde uğrarsanız gece makyajınızı aradan çıkarabilirsiniz.

Starbuck’s
Bir cadde üstünde en az dört bakkal olurdu, şimdi hepsi yerlerini Starbuck’s zincirine bıraktı. Karton bardakların girmediği ofis, kampüs hatta mutfak kalmadı. Yakında Starbucks’larda briç turnuvaları düzenlenirse şaşırmayın!

Facebook
Herkes yazdı çizdi, ilkokul arkadaşlarıyla buluştu, resimler ekledi, yan masalara yollanan birkaç sanal içecek yüzünden kimse yasaları çiğnemedi. 23485674 no’lu üye kendi sayfasına listelerini yükledi, en sevdiği filmleri oylattı, hayali hayvanlarını besledi. Dedikodular en yüksek seviyede yayıldı, sırlar ortaya çıktı, video yayınları yapıldı. Bugün aldığımız son habere göre Türkiye network’ündeki arkadaş listelerinin tavan yapması beklenmekte!

MTV
Rolling Stone döneminde Mick Jagger’in son sevgilisini öğrenmek için bir ay beklemek gerekirdi. Şimdi kimsenin meraklanmaya vakti yok. MTV’den kısa haberler kuşağında herşeyi bulmak mümkün. Parti videolarını yollamayı deneyin, yeni sezon Ashton Kucher aranıyor.

Nick Hornby: Manşetlerden, sokaklara… -K-

“High Fidelity” ve “About A Boy” gibi filme de uyarlanan romanların yazarı, günlük hayatın stresini, sıradan insanları ve kaçmakta olduklarımızı çok iyi anlatıyor. “Düşerken” yaşamaya alışamamış dört kimliğin hikayesi.

Hepsinin canı sıkılıyor. Yoksa bir gökdelenin en üst katına çıkıp saatlerce orda oturmazlardı. Gerçekten intihar etmeyi düşünmüş olanlar böyle yöntemler kullanmazlar. Bir kutu hap almak, bileklerini kesmek ve tabii meşhur havagazı taktiği. Gökdelene tırmanmakmış. Bunlar hayatlarıyla nasıl başedeceklerini bilemeyen zavallılar için. Evden çıkarken itfaiyeyi aramak daha akıllıca olurdu. Bir kaç saat vakit kazanırlardı.
Çatıya ilk Martin ulaştı. Merdiven, telleri kesmek için makas, bir mataraya doldurduğu viski. Ölüme beş dakika kala, sarhoş olmayı deneyerek geçirdi zamanını. Birazdan yok olacak olma zevki, ayyaşlığın önüne geçti.
Ardından Maureen geldi. Ellili yaşların sonunda gösteren çökmüş bir kadın. Belki de otuzdu ve yaşadıkları onu tüketmişti. Bunun çok da bir önemi olmadığını düşündüm. Nasılsa birazdan gazetelerdeki ismi dışında her şeyden vazgeçmiş olacaktı.
Jess. Hızına kim yetişebilir? Koşarak gökyüzüne ulaşmaya çalıştı. Martin onu durdurmasa çoktan yerle bir olmuştu. Konuşmaya küfürler saydırarak dahil oldu.
JJ sonradan eklendi. Elindeki pizza kutusu bir an çatıdaki üçlüyü şaşkına uğratsa da, oğlanın gerçek nedenini anlamaları çok zor olmadı. O da herkes gibi intihar için buradaydı. Çaresizdi, hayattan daha fazla beklentisi kalmamıştı ve karnı açtı. Bu yüzden pizzaları yiyerek işe başladılar.
Olduğum yerden konuşmaları duyamadım. Jess’in umursamaz bakışlarından kimsenin söyledikleriyle ilgilenmediğini anladım. Maureen’in dehşetini görmeniz gerekirdi. Kadın yüzyıllık uykusundan uyanmış prensese benziyordu. O ortalarda yokken hayat bu kadar değişmiş miydi?
Martin. Onun hakkında çok şey biliyorum. Televizyondan. Adam daha bir kaç yıl önce, on beş yaşında bir kızla sevişmekten yakalanıp hapsi boylamıştı. Biliyorum bunlar günün pek çok saatinde başımıza geliyor, ancak adınız Martin Sharp ise ve televizyon programı sunuyorsanız gazetelerin ilgisini çekiyorsunuz. Karısını, işini ve hayatını kaybetti, kimse ona destek olmak için uğraşmadı. Oysa her hikayenin bir de tersten okunuşu vardır. O zaman ilk öğrenmeniz gerekenleri en sona saklamış olursunuz.
Şu diğer çocuk. JJ. Eski bir rock starı andırıyor. Artık kimsenin müziğini dinlemediği, kız tavlamak için sahnede geçirdiği günleri anlatan bir zavallıyı.
Bunlar ilk izlenimlerim oldu. Çok da yanılmamışım.
Ben de oraya ölmek için çıkmamıştım, sınırlarımı zorlamak istedim. Bir günde kaç kahve içebileceğimi, kaç sushiden sonra kustuğumu, durmaksınız konuşarak kaç kişiyi uzaklaştırabileceğimi denediğim gibi. Ne kadar yüksekliğe kendimi öldürmeden çıkabileceğime baktım. O kadar da başarılı değilmişim. İntihara meğilli gruba dahil olduğumu düşünmenizi istemem. Ben daha çok obsesif kategorisinde altın madalyaya koşuyorum.
Biraz çatıda oyalandılar. Benim neler olduğunu merak etmeme yetecek kadar uzun bir zaman. Ardından ürkerek boşluktan uzaklaştılar, binanın sağlam duvarlarına tutunmak iyi gelmiş olsa gerek.
Onları kaybetmekten korktuğum için koşarak indim. Biraz arkalarında takibe başladım. Kavga ediyorlardı. Neyse ki. Fotoğrafta bile birbirine uymayan bu karakterlerin arkadaş olması ikinci sınıf bir komedi filmine benziyordu. Ukala Jess, ilgisiz JJ, ürkek Maureen, agresif Martin. Daltonlar tam önümde plan yapıyorlardı. Kendimi Red Kit sanmam çok da beklenmedik bir tepki olmasa gerek..
Şehrin karanlık mahalelerinden birine yöneldiler. Anladığım kadarıyla Chas diye birini arıyorlardı. Jess ona aşıktı, Martin bunun bir saçmalık olduğunu düşünüyordu. Maureen içki içemeyecek kadar yalnızdı. Bir kaç dakika sonunda Jess’in Chas’le sevişmiş olduğunu ve adamın onu terk ettiğini öğrendik. Ne kadar da acıklı bir hikaye!
Parti evinden içeri girdik. Ben ortama hemen adapte oldum. Herhangi birinin arkadaşı olabilirdim. Köşede sigara tüttüren ekip Martin’i tanıyıp alay etmeye başladı. Maureen kızını arayan bir anne gibi panik içerisindeydi. JJ yetmişli yıllardan çıkmış hortlak gibi içkilere yöneldi. Jess, tahmin edersiniz, önüne her gelen yabancıya Chas’i soruyordu. Büyük resme bakarsanız çok eğlenebilirdiniz.
Düşününce ne kadar saçma görünüyor. İntihar etmeye karar verdiğinizde, eğer gerçekten hayattan sıkılmışsanız, merak etmeyi de bırakırsınız. Gazeteler, yan masadaki konuşmalar, reklamlar, aşk hikayeleri ilginizi çekmez artık. Madem ki cevabı size yardımcı olmayacak soru sormaya gerek yok. Beyaz duvarlarla ve depresif siyah müziklerle meşgul olursunuz.. “Ölmeye az kaldı” ekibi dünyayı yakın bir tarihte terk edeceğe benzemiyordu.
Çok fazla oyalanmadılar. Jess on yedi dakika Chas ile konuştu. Diyalogları yakalayamadım. Aklımda şöyle bir şey canlandırdım.
“Neden beni terk ettin?”
“Üzgünüm Jess, sorun bendeydi. Sana layık olamayacağımı düşündüm.”
“Telefonlarıma çıkmadın, beni her gördüğünde kafanı çevirdin ve bir kez olsun ağlamadın.”
“Böyle bitmesi gerekiyormuş. Lütfen kendini suçlama.”
Bu kadar. Aşık olmadığın birinden ayrılmak için uzun zamana ihtiyaç yok.
Sabahın beşinde evsizler ve delilerle dolu sokaktan kurtulmak için bir taksi tuttular. Şehrin biraz dışındaki zengin mahallelerinden birine ilerledi yol. Kapıdaki zilde Sharp’ın adı vardı. İçeride olanları göremedim.
On beş dakika sonra oldukça şık bir kadın ağlayarak merdivenlerden indi. Terkedilmiş bir kadının çaresiz bedenine sahipti. Çok yorgun olduğumdan kikayesini yazamadım. Eğlenceli bir gece geçirdiğimi düşünerek eve döndüm. Gördüklerimin kimseye yararı yok. Yalnızlığıma iyi geldi.
Ertesi gün sıkıntıyla geçti. Yapacak işin olmaması bunlara yol açıyor. Sabah sokakta yürüdüm. Öğlen girdiğim kahvede altı saat gelip geçeni izledim. Akşam televizyon karşısında uyuyakaldım. Oldukça sıradan olaylar. Bir sonraki gün işler değişti. Sabah haberlerinde bütün kanallar intihar etmeye kalkan Martin Sharp ve müşavirin kızı Jess’ten bahsediyordu. İstemeden de olsa bu hikayenin parçası olmuştum.
Çok fazla detay vermediler. Muhtemelen konu hakkındaki bilgileri başka birinden edinmişlerdi. Neden bilmiyorum Chas oalbileceğini düşündüm. İçgüdülerimde pek yanılmam.
Dedikodu gazeteleri ikisi arasında oluşmuş olabilecek muhtemel bir aşktan bahsedetti. Sharp’ın geçmişini düşünecek olursak çok da haksız sayılmazlardı. Buna bir an olsun inanmadım. Birbirine aşık iki kişi arasındaki ateşi görebilecek kadar çok çiftle tanıştım. Üstelik kız Martin’den çok daha sonra çatıya gelmişti. Bir çift intihar etmeye karar vermiş olsa son istedikleri sevişmek olurdu diye düşündüm. İlk gün böyle geçti konu hakkında daha fazla bilgi edinemedim. İkinci gün dört kişi oldukları ortaya çıktı. Diğer ikisi sıradan tiplerdi bu yüzden gazeteler onlardan bahsetmiyordu.
Ben tek başıma çalışıyordum. Öğrendiklerimin kişisel portfolyomdan başka kimseye katkısı olmadı. Çok da önemi yok nasılsa gazeteler de bir gün cam bezi oluyor.
Bu aralar piyasa durgun, uyuşturucu satıcıları pusuda, silahlar dolaplardaydı. Hepimizin dikkati İntihar Çetesi’ne yönlendi. Bir haberi canlı tutmak istiyorsanız üzerine eklemeler yapmalısınız. Gazeteciler bunu bilir, manşetlere taşıyacak haber olmadığı zamanlarda eskilerini süsleyerek yeniden size yedirir. Bu yüzden bizim çetenin mazceraları her geçen gün ilerledi.
Önce Maureen’in hayatını öğrendik. Konuşamayan yatalak bir oğlan, onu yıllarca önce terketmiş bir adam. Mecburen mutsuz olanlardandı. Belki yeterince bencil olsa oğlunu terk edebilir, ya da biraz sağduyu gösterip hastabakıcıların eline teslim edebilirdi. İkisini de yapamadı.
JJ daha şanslıydı. Belki de şanssız demeliyim. Amerika’dan müzik kariyeri için Londra’ya gelmiş, burada eline geçen tek iş ise pizzacılık yapmak olmuştu. Bütün hayatını müzikle doldurmak isteyen biri için ne büyük bir kayıp!
Jess’in ablası yıllar önce kaybolmuş, bir daha da ondan haber alınamamıştı. Kim ne isterse onu düşündü ama Jen geri dönmedi. Ne onların hikayesi başlamadan önce ne de Jess kırk yaşında evli bir kadın olduğunda. Hayattan böylesine nefret eden iki kız yetiştirmek bir baba için ne büyük bir acı!
Martin’i biliyorsunuz. Gazeteler en çok ondan bahsetti. Karısıyla röportajlar, mutlu aile günleri portreleri, eski programların yeniden yayınlanması…
Seçimler diye düşündüm kendi kendime. Tek yaptıkları kendilerini mutsuz edeceklerini bildikleri adamlara, hayatlara, işlere takılan insanlar. Onlara acımak için hiçbir nedenim yok. Acıyanlara da hayret içerisinde bakıyorum.
Martin salaklığı yüzünden, Jess saflığından, JJ cahillikten hayatını mahfetmişti. Maureen’e gelince. Onun nedenlerinin biraz da zorlayıcı olduğunu kabul ediyorum ama o da hayatını kabullenmek yerine mücadele etmeyi seçebilirdi.
Ardından geçen günlerde çetenin intihar etmeyeceğini gördük. Benim için hiç de sürpriz olmadı. Bunun yerine yaşadıkları deneyimleri kullanarak topluma mesaj verme yolunu seçtiler. Gördükleri melekler vazgeçmelerine neden olmuş, henüz daha erken olduğunu farketmişlerdi. Bunlara inanan bir takım salaklar olduğundan eminim. Neyse ki ben onlardan biri değilim.
Martin’in şu unutulmuş kanallardan birinde sunduğu programa konuk oldular. Tam bir fiyasko. Aslında melek falan görmediklerini sadece biraz eğlenmek istediklerini söyledikleri an televizyonu kapadım. Bu onları medyada son görüşümdü.
Birkaç hafta ne yaptıklarıyla ilgilenmedim. İş ve ev arasındaki hayatıma dönmek iyi geldi. Bir de şu çocuk vardı zamanımı çalan. Aşk gereğinden çok vakit alıyor. Onunla olduğunuz, onun için beklediğiniz, onu özlediğiniz bütün zamanları toplarsanız yeni bir hayat satın alabilirsiniz. Neyse bu benim hikayem değil, fazla dağılmadan gerçek konuya dönelim.
Bizim dörtlü uzun zaman ortaya çıkmadı. Ben şöle bir fikir edindim, eğer yılbaşında ölmeyi deneyecek kadar planlılarsa bir dahaki buluşmaları sevgililer gününe denk gelmeliydi. Bu yüzden bir bahane uydurarak o gün karşıdaki binada oturan arkadaşıma gittim.
Yanılmamışım. Daha önce izlediğim filmin ikinci bölümü karşımdaydı. Daltonlar Çatıda! Hiçbirinin binadan atlamaya niyeti var gibi durmuyordu. Maureen umutsuz, Martin önemsiz, Jess sorunlu, JJ pisti. İlgimi çekecek pek bir şey olmadı. Yarım saat çatıda tartıştıktan sonra aşağı indiler. Pencereden uzaklaştım.
Sonra bu konuya olan ilgim tamamen dağıldı. İnsanlar intihara teşebbüs ettiklerinde kısa sürede unutulurlar. Hala yaşayarak “bir zamanlar bileklerini kesmişti” diye anılmak pek de hoş bir özellik olmasa gerek. Yemek yiyip, tuvalette boşalmaya deva ettiler. Birbirlerini görmeye devam ettiler mi bilmiyorum.
Daha önce de söylediğim gibi, zor olan işte bu. Tüm tersliklerin arasında hala beklemek. Kendine inandıktan sonra gerisi çabuk geliyor.


Italo Svevo: Yazarlar Biraz Avare Olur -K-

Her gün yazarım. Üç yıldır, sekiz defter iki yüz elli altı sayfa bitirdim. Sayfaları ayrıca saymamın nedeni dosyalayıp bir kutuya kaldırmam. Bazen düşüncelerin ne zaman geleceğini bilemiyorsunuz. Her kağıdın üzerine, sol köşeye tarih ve zaman ekliyorum. Sadece kelimeler değil, duygular da kalsın diye.
Geceleri fikir bulurum. Uykudan uyanım, masama giden yolu zorlukla yürüdükten sonra düşünce kırıntıları ve hisleri bir araya getirip kısa bir paragraf yazmaya çalışırım. Bu genellikle sabah tamamlanacak bir yazının son cümleleri olur.
Başlamak çok zor. Yalnız dolaşan kelimeleri bir araya getirip, idare etmeyi öğrenmek gerekiyor. Bir kez gidecekleri yolu gösterdikten sonra daha önce yazılmış olan sonlarına doğru ilerliyorlar.
Aklıma geleni yazarım. Sokakta ilgimi çeken bir çocuk, ayrılmakta olan bir çift, aşkın acımasız tavırları, sıkıntı, tutku, paranoya. Bazıları yazdıklarımı karamsar buluyor. “İnsanı hüzünlü hissettiren umutlu bir hikaye”. Gerçeklerden ancak bana verdiği zararı yazarak kurtulabiliyorum. O zaman planlar yapmaya şansım oluyor.
Yıllar önce yazdıklarımı bir eleştirmene okutmuştum. Heyecanlı ama yeterince gelişmemiş olduklarını söyledi. Ben bir yazar olmak için hazır değildim. Ona her gün en az üç saat çalıştığımı, kelimelerin yerlerini onlarca kez değiştirip en doğru sırayı yakaladıktan sonra değişmemek üzere kağıda kopyaladığımı anlattım. Kaygıyla yüzüme baktı. Bu kadar uğraşmam gerekiyorsa yazar olmak için uygun değildim.
Bu eşsiz mertebeye ulaşmak için ne gerek? Duygularınızı kurcalayan bir konu, dengesiz ruh hali, asla tükenmeyen bir kalem, yüzlerce sayfa, bir ışık kaynağı . Hepsi önümde duruyor. Hala yazar olamadım.
Yazmak tutkuyla bağlandığım tek şey. Bir kadına aşık olduğumda bunu benden önce defterlerim öğrenir. Ne kadar çok yazabilirsem o kadar platonik bir aşka kapılmış olduğumu farkederim. Onu yazarak tanımak aşkı tanımaya benzer. Bir süre sonra sevilenin adı, yüzü, hissi silinir. Ben hayallerini kurduğum aşkın içinde boğulurum. Bir gün tamamen sessizlikte çalışmayı isterken, ertesi gün kahvede içkimi yudumlarken yazıyorum. Mekan değiştirmek fikir açar.
Yazarken her ne olursa olsun dış etkenleri ruhumu kaparım. Bir keresinde yolun ortasında aklıma gelen bir cümle yüzünden az kalsın ezilecektim. Başka bir seferindeyse, o kadar dalmışım ki bir süre sonra kağıttan masaya taştığımı farkedememişim. Bir de yazar olsaydım başıma gelecekleri düşünün.
Hata ettim. Birkaç kişiye daha okutmalıydım yazdıklarımı. Bana “senden bir halt olmaz” damgası vurulmadan önce en azından on farklı yayınevinin kapısında sabahlamalıydım. Yayınlanmış tek bir kitabım olsa beni başarısızlıkla suçlayanlardan intikam almış olabilirdim. Oysa daha ilk eleştiride pes ettim. Eksi bir. Şimdi sıfıra vurmak için uğraşıp duruyorum.
Politika, küresel ısınma, buzullarda keşfedilen yeni bitki türleri, terorizm yüzünden yok olan insan ırkıyla ilgilenmem. Ben günlük hayatın olaylarına takılıp kalırım. Bir lokantaya gittiğimde suyumun derhal masama getirilmesi ya da sersem bir kedi yüzünden bölünen uykum. Yıllar önce kitleler için savaşmayı bıraktım. Artık sadece kendimin başrolde olduğu bir roman yaratmaya çalışıyorum.
Tamam biraz da şansınız olması şart. Siz önünüze bakarken arkanızdan geçen bir kadın, tam kapıyı kapattığınızda çalan telefon, tuvalete gitmek için kalktığınızda kapıdan giren bir adam… Onları kaçırdıkça hayat da uzaklaşır. Siz monotonluğun arasında bir dahi olmaya çalışın istediğiniz kadar.
Mümkün olduğu kadar çok insanla tanışmaya çalışıyorum. Benim hikayelerim tükendiğinde onlarınkini anlatabileyim diye. Merak etmeyin hayatlarını çaldığım falan yok. Ciddiye alınmak hoşlarına gidiyor. Çoğu zaman bütün bir gün yaptıklarını takip edip kısa notlar alıyorum. Yaşlılar oldukları yerden fazla hareket etmeyip geçmişlerini anlatıyor. Çocukların konuşma hızlarına yetişmeye çalışmak bile yorucu.
Hırsız. Yazdığım ilk yabancı oydu. Bir eve girdiğinde tanık olduğu sevişmeyi anlattı. Porno filmlerde gördüğüm sahnelerden farkı yoktu. Kadın durmaksızın çığlıklar atıyormuş. Adamın adını sorduğumda cevap veremedi. Oysa kadınlar hep isimleri bağırırlar. Bir hırsızın gerçekleri anlatmasını beklememeli.
İkincisi biraz da hüzünlü bir hikayeydi. Babası tarafından terk edilen on yedi yaşında bir kız. Bana viskimi getirdi. Sonra biraz utanarak birkaç soru sordu, yazdıklarım ilgisini çekmiş olsa gerek. Onu iş çıkışında bir yemeğe davet ettim. Yanlış anlamayın niyetim bedeninden faydalanmak değildi, sadece unuttuğum heyecanları anımsamak istedim. Oysa anlattıkları beş sayfalık bir hikayenin nedeni oldu: Natalie’nin ölen annesinin yasını tutarken babası tarafından terkedilmesi. O anlatırken başına gelen komik bir şeyi anlatıyormuşçasına eğleniyordu. Ben yazarken o kadar başarılı olamadım.
Başkalarını tanımak bende saplantıya dönüştü. Bunda kısmen kendimden sıkılmış olmamın da payı var. Yazacak bir şeyi olmayanlar başkalarının hayatlarını çalar.
Bir düzen kurdum. Her salı perşembe ve cuma saat onda harekete geçtim. Şehrin farklı yerlerindeki kahvelere gidip tek başına vakit geçirmeye çalışan insanların yakınına oturdum. Yalnızlıktan sıkılmış olanlar kendilerini hemen ele verirler: kitapları olmaz, önlerinde kahve fincanları gidip gelir, sürekli etraflarında olup bitenleri izlerler. Onları tavlamak çok kolaydır. Sigara içenlerden bir çakmak rica eder, kadınlara gülümser, gençlere “merhaba”yla söze başlarım. Ardından masalarımız birbirine yaklaşır, iki yabancı hayat tanışmaktan memnun olur. Her zaman şanslı olmam. Bazen o kadar sıkılırım ki yetişmem gereken bir randevuyu ya da açık unuttuğum havagazını bahane etmem gerekir. Sırf bu yüzden evimin yakınlarında avlanmam.
Kadınlarla konuşmak kolay. Onları beğenmiş olduğunuzu düşünürler. Adamlar, eğer homofobik değillerse, söylenecek birini bulmuş olmaktan memnundurlar. Nefret ettikleri bir işte çalışıp, geceleri artık sevmedikleri karısına dönmek zorunda kalan o kadar çok insan var ki… Gençler konusunda şansım pek yaver gitmez. Onlar benim gibi bir ihtiyarla konuşmak için ya acıma duygularını harekete geçirmek ya da sıkıntılarını bastırmak zorundalar. Neyse ki henüz bir bunak sayılmam. Arada bir hoşlarına gidecek konular buluyorum.
Her şeyi not alırım. Kimisinden izin alarak, bir yazar olduğumu, kitabım için ilginç hayat hikayeleri araştırdığımı söyleyerim. Bazılarına da film senaryosu üzerine fikir gelirştirdiğim palavrasını atarım. Benim de başka bir hayatı denemeye hakkım var. İnsanlar sinemacılarla konuşmaya daha meraklı. Yazarlara pek inanmadıklarından olsa gerek.
Dün bir kahvede oturuyordum. Çarşamba olduğu için çalışma günümde değildim. Elimdeki kitabın sayfalarını karıştırıp güzel bir cümleyle kendimi oyalamaya karar verdiğim sırada kapının sesini duydum. Altmış yaşlarında, orta boylu, pek de güzel diyemeyeceğim bir adam girdi. Tezgaha doğru ilerlerken birden beni gördü, gülümsedi, ardından hemen yanımdaki masaya oturup bir kahve ısmarladı. Okumaya devam etmeye çalışsam da merak buna engel oldu. Huzursuzdum. İlk kez incelenen koltuğunda oturuyor olmak biraz canımı sıktı açıkçası.
Adam bana bakıyordu. Her başımı kaldırdığımda üzgün, endişeli, neşeli, meraklı yüz ifadelerinden biriyle karşılaşıyordum. Selam verme ihtiyacı duydum. Kaçamak bir soru sormaktansa konuya sakin ama kararlı şekilde hakim olmak daha akıllıca geldi.
“Pardon beyefendi. Farketmeden duramadım. Orada oturmuş beni izliyorsunuz. Daha önce tanıştık da ben mi unuttum yoksa?”
“Ben her gün bu kahveye gelirim. Hep aynı insanlar olur burada. Barda Roberto, bir de ortalarda dolaşan Anabel. Kimi zaman içkimi getirir, canı istemezse şu köşede oturur.Daha önce hiç sizi görmemiştim. Bu yüzden ilgimi çektiniz açıkçası. Kendi kendime bu adam ne yapıyor olmalı dedim. Sonra de sizin karşınıza oturdum. Benimle konuşmaya başlarsınız diye beklemekteydim.”
Gülmeme engel olamadım. Komik olduğundan değil, adamı ilginç bulmuş olduğumdan.
“Buyrun o zaman. Uzaktan izleyeceğinize masama konuk olun. İsmin Julio. Julio Gonza.”
“Çok kibarsınız. Ben de Mario Samigli. Yazarım.”
Yeni arkadaşımla paylaşacağım çok şey olduğunu anladım o anda. İki avare yazar.
“Demek yazarsınız. İlgi alanınız nedir?”
“ Bu aralar fabller. İnsanlardan oldukça sıkılmış olduğumdan ama. Serçeler, bazen bir iki martı. Kuşlar bütün hayvanlar içinde en narin ve uçucu olanları. Bu yüzden onları seviyorum. Eskiden bir kitap yazmıştım. Yirmili yaşların başında. Raflarda hiç ön sıralara konulmadı ama tek bir kitabımın basılmış olması kartvizitime “Mario Samigli. Romancı.” yazdırmam için yeterli oldu. Sizde bir ressamın yüz hatlarıyla, müzisyenin elleri var. Sanatçı olmalısınız.“
“Pek sayılmaz. Resim yapmayı çöpten adamlarda bıraktım, müzik aletlerini başkaları çalarken severim. Aslında yazıyorum. Kutuların içindeki kağıtları ve defterleri kirleten kelimeleri sayarsanız. Aklıma gelen her ayrıntıyı, bazen sokakta gördüğüm bir kadını, ya da bunun gibi bir tanışmayı unutmamak için yazıyorum şimdilerde. Eskiden bir iki hikaye denemem olmuştu. Yatağımın altına, dergilerln yanına sakladım.”
“Daha içeri girdiğim anda anlamıştım. Masanıza oturup yazdıklarımdan birkaç cümle okumak istedim. Biliyorsunuz insan hikayelerini hep yüksek sesle okumalı. Ancak kendinizi dinlediğiniz zaman anlayabiliyorsunuz, yoksa birkaç çizgi olarak kalır hafızanızda.”
“Benim yazdıklarım pek o kadar önemli değil Mario. Sadece vakit geçirmek için yazıyorum artık.”
“Bakın size başımdan geçen bir olayı anlatacağım. Ama sadece yabancı olduğunuz için. Bu hikayeyi buralarda bilen yoktur. Bu yüzden kendinize saklamanızı rica edeceğim. Büyük bir yazar olmak isterdim. Çok yetenekli olmadığımın da farkındayım. Bu yüzden ilk kitabım yayınlandıktan sonra yazmaya devam ettim. Yirmi yaşımdaki ilk ve son kitabımdan tam kırk yıl sonra korkunç bir oyuna geldim. Gais, Avusturya’dan gelen bir yayıncının kitabımı pek çok dile çevirmek istediğini, buna karşılık bana ömrümün sonuna kadar yetecek para vereceğini söyledi. Onan inanmış olmak benim aptallığım. Öyle kötü niyetlidir ki sırf kıskançlıktan bunu yapmıştı. Ama benim şehvetim de ondan geride kalmadı. Bir gün keşfedileceğimden o kadar emindim ki büyük bir komploya geldiğimi anlamam uzun zaman aldı. Bakın Julio, açıkça söyleyeyim size. Hırs insanı aptallaştırıyor. Yazdıklarıma o kadar aşıktım ki kendime aynada bakmayı unutmuşum. Yazar olmak için herşeyden önce uzaklaşma gerekir. Dünyadan, başkalarından, kalabalıklardan. Ben işyerinde çalışarak tükettiğim enerjimi, akşam hasta ağabeyimin yanında yenilemeye çalışıyordum. Hayranım asla olmadı. Arkadaşlarımdan bir tanesi bile zavallı kitabımla vaktini harcamadı. Bu hayatın acımasızlığı değil, benim beceriksizliğim.”
Sessiz kaldım. Daha önce kimsenin hikayesi böylesine kalbimi acıtmamıştı. Asla takdir edilmeyeceği bir işte çalışan adamın hayatına benzettim onunkini. Onca yıl inanmadığı bir şey için vakit harcamış, sonunda elde edemedikleri içinse üzülmemişti. Benim kelimesizliğim onu rahatsız etmedi.
“Söyledim size Julio. Hayat bu. Bazen fazlasını istemeniz işe yaramaz. Sizin idealleriniz hep geride.”

Georges Perec: Ansızın ölmeyi diliyorum!

Hepimiz varoluş sorunuyla yüzleşmeye çalışıyoruz. “Ben kimim?” ,“Nereden geldim?”,”Hayatımın ve mutluluğumun anlamı ne?”, “Ölüme doğru her gün azalan zamanda, ayakta kalabilmek için bu kadar mücadele etmem şart mı?”, “Ya yanlış bir sperm kurbanı olduysam?”. Cevapları olmayan yüzlerce soru, duşta, trafikte, metronun bitmeyen merdivenlerinde, uykunun firar ettiği gecelerde, ve hatta kalabalığın içinde beynimize üşüşüyor. Çaresizlik, hepsinin bir gün bizi terk edeceğini bildiğimiz anda başlıyor. Bu durumda çok güçlü olmak, üzüntüleri engellemek, sessiz kalmak bizim seçimimiz. Yine de B şıkkı hep daha çekici geliyor.
Annem ve babam Polonya’dan Paris’e göçen işçilerdi. Bütün insanları kaygılandıran sorunların üstüne Yahudi olmak gibi bir sınıfsal ayrımla dünyaya gelmiştik. Herkesten daha suçlu, daha zavallı, daha köle olmamız öğretilmişti bize. Babam 1920’lerde savaşın hemen ardından annemi alarak Paris’e yerleşmiş, mutsuzluklarından biraz kurtulmak için beni doğurmaya karar vermişlerdi. Bazen bu kararlarından vazgeçmiş olduklarını düşlediğim anlar oluyor.
Mutlu büyümedim. Yazdıklarımda ve size anlatmak istediklerimde geçmişin çok yararını görmüş olsam da, çocukluğum biraz hüzünlü bir hikayenin üzerine kuruldu. İlk savaştan kaçan babam ikincisine katılmak zorunda kaldı ve 1940’ta bir şarapnele basarak öldürüldü. Öldü demek burada canımı acıtıyor. Her savaş bir cinayet, her asker bir intihar komandosu benim nezlimde. Hiçbir savaş özgürlüğe doğru değil. Babamı asla tanıma şansım olmadı ve evet bundan Fransız Hükümetini, Nazi rejimini, silahları ve elbette Tanrı’yı sorumlu tutuyorum.
Tanrı’ya inanabilirdim. Bilirsiniz hepimiz duaların bizi koruyacağını düşlemek isteriz. Ama o izin vermedi. Bundan beni suçlayamaz. 1942’de, daha sadece altı yaşımdayken annem Nazi kamplarından birinde ölü bulundu. Auswitz olduğunu tahmin ediyorlar. Bugün hatıralarımda kalan bulanıklıklar arasında yüzünü seçemiyorum.
Yahudiler için hep söylendiği gibi acındırma politikası yapmak istemem. (Bu konudaki fikirlerimi “W Ou le Souvenir d'Enfance”kitabımın on sekizinci bölümüne saklamayı düşünüyorum) Septisizm’imin ve hayatı anlama çabalarımın nedenini size daha iyi açıklamak istedim. Freud’un dediği gibi yaşam ilk altı yılın tekrarından ibaretse sürekli ölümle karşılaşmış olmam gerekirdi. Neyse ki üzüntülerden sonra biraz daha adil davrandı bana. Tanrı mı yoksa onun kulağına merhamet fısıldayan bir melek mi? Yine cevapsız bir soru.
Kimsesiz kalmamın ardından amcam beni velayeti altına aldı. Ben olup bitenleri anlayamayacak kadar küçük olduğumdan ıslah evine verilmiş olsam da çok farketmezdi. Olaylar hayatımızı normalleştiriyor. Bu durumda tek karışıklık yengeme anne mi yoksa İsabel mi demek zorunda olduğumdu. Gülümseyerek bir annemin zaten olduğunu ve yanımda olmasa da beni koruyacağını söyledi. Istersem yardımcı annem olabilirdi. Ben de ona İsabel demeye karar verdim.
Okula gittim. Diğer çocuklar gibi. Sessiz, çekingen, teneffüslerde önümdeki deftere kelimeler karalayan bir velet olsam da, kimse benden nefret etmedi. Ben de hiç kimseye acıklı hikayemi anlatmak zorunda kalmadım. İlk altı yılı sonraki on iki telafi etmeyi başardı. Liseden mezun olduğumda yaşamı dilediğim gibi kurma özgürlüğüne sahiptim. Amcam beni karşısına oturtarak şunları söyledi: “Georges artık bu hayat senin. Bu evi terk et, yazılarını yaz çünkü sen çok ünlü bir yazar olacaksın. Yalnızca Noel’de ve bazen, eğer odanda bir kitabın son sayfalarına gömülmüş değilsen, Paskalya’da bize uğra. Her ay bankaya git. Sana yolladığım parayı ordan alabilirsin. Ve unutma… Noel’de mutlaka eve gel.” Sonra gittim. Kendi hayatımı kurmaya.
Benim dönemimin modası Sorbonne’da tarih ve sosyoloji okumaktı. Sürekli aynı anlam arama karmaşası. Ben de öyle yaptım “saçma” “dediği dedik”,”macera düşkünü” yaşamı anlamak için üniversiteye gittim. Sayfalar okudum. Kitaplar eskittim. Kabul ediyorum uzun vadede garip bir yaşam enerjisi vermekten başka bir yararı olmadı ama yaşlanırken kendimi öldürmemiş olduğuma şükretmek bile yeterli olsa gerek.
İlk yazılarıma La Nouvelle Revue Française ve Les Lettres Nouvelles isimli Fransa’nın popüler edebiyat dergilerinde başladım. Para kazanmak değil de biraz statü için. Çoğunlukla aklımı kurcalayan günlük sorular, savaş gerçeği ve ölüm kaygısı. O dönem hepimizin aklından geçenler bunlardı. Kadınlar ye da ilişkiler değil.
1958’de sonunda orduya çağrıldım. İnanmadığım işler için günlerimi harcadım. Yazamadım, elimizden çıkan her kağıt parçası birileri tarafından kontrol edilirdi. Sevgi sözcükleri bile kırpılıp giderdi bekleyene. Bu yüzden çok kadın başka adamlar buldu, askerden dönen çok adam bir silahla kendini vurdu. Şimdi geçmiş zamanın hüzünlerini yeniden yaşamak istemiyorum. Tam iki yıl. Bana yirmi iki yıl kal deseniz daha kolay olurdu sanırım. Her gün yeniden yazmaya başlayamayacağım korkusuyla, yeni bir güne bacağım kopmadan uyanmış olmanın mutluluğu arasında bir yerlerde başladım. Pek gülümsemedim ama ağladığım geceler de çok azdı. Beni ayıplamayın lütfen. Bir erkek olarak yetiştirilmiş olsam da, çaresizlik hepimizi aynı hiçliğe sürükler. Orada gözyaşları akmazsa beynimize bir kurşun girer.
1959 sonlarında askerliğime son verildi. Paulette ile evlendim ve yeni bir başlangıcın umudunu hissettim.
Biraz tembel biriyim, Bisiklet turları dışında yerimden kalkıp heyecanlı bir aktiviteye katıldığım pek görülmemiştir. İşlerimi de buna göre seçerim. Ben bedenimi değil ruhumu, karnımı değil de beynimi beslemeyi seviyorum. 1961’de Saint Antoine Hastahanesi’ne bağlı Nerofizik Araştırma Labaratuarı’nda işe girmiş olma nedenlerimden biri de bu. Bu ve elbette insan beynine duyduğum bitmeyen merak. Ama farkındaysanız doktor olmaya kalkmadım. Çok fazla bölünen uyku ve sonsuz bir macera. Burada on beş yıl çalıştım. Paulette öğretmenlik yaprak benden çok para alırdı. Hiçbir zaman bunu sorun etmedi. Ben de yemekleri yaptım.
Labaratuarda çok fazla bilgi vardı. Okuyamadıklarıma üzülmek yerine, ilgimi çeken konulara biraz fazladan zaman harcayıp bir tür bilgin olmaya karar verdim. Ne de olsa tarih ayakkabı bağcıklarına düğüm atmayı bilmeyen dahilerle dolu. Labaratuarımda çok zaman geçirdim. Haftasonları, tatiller hatta geceler. Sadece okumak için değil, çoğunlukla yazmak için. Önce okuduklarımın beynimde yarattığı fikir kırıntılarını defterlere notlar alarak başlayan ufak denemelerim, ardından kitaplarda son buldu. Raymond Queneau ile tanışmam, kısa notlarımı “Yaşam Kullanma Kılavuzu” ismiyle yayınladığım kitaba dönüştürdü. Ne yazık ki ona ithaf ettiğim kitabı göremeden öldü aziz dostum. Onu tanımayanlar hayatın açıklamalarına dair çok şey kaybetmiştir. Qulipo o öldükten sonra daha basitleşti sanki. Bir fikre duyduğum güven hafif sarsıntıya uğradı.
Garip şeyler yazdım. “La disparition” “E” harfini kullanmadan yazdığım kitap olarak tarihe geçmiştir. Pek çok dile çevrilemedi, ya da çoğunlukla yanlış çevrildi. Şiir gibi ancak Fransızca okuduğunuzda anlam kazandı. Neden E’leri yok ettiğimi sordular pek çok kez. Buna tam bir yanıt vermek istemesem de ismimin George Perec olduğunu hatırlattım her seferşnde. Bundan sonra herkes kendi yorumunu yapacaktır.
Kitap yazmak sadece tutku değil, besin kaynağım. Ölmemek için devam ettim. “Les revenentes”. Yıl 1972. “La Disparition” karşısında tek sesli harfin “E” olarak yazıldığı romanımı bazı kritikler kendimi bulma sürecim olarak yorumladı. Hadi ama hayat bu kadar karanlık mı sizce? Sadece beynimi biraz zorlamak istemiştim. Tabii herkes bu serinin üçüncü kitabını bekledi. Yves Klein gibi bir şaheser yaratmayı düşünüyorum.
Sadece tembel değil, biraz da tatminsiz bir mizacım var. Yaşadığım her an yeni bir şeyin bana gelip çarpmasını ve öncelik sıralamamı değiştirmesini beklerim. Film endüstrisine girmem de çok büyük çabaların sonunda değil, tesadüfler sayesinde oldu.
Eugen Helmle benden radyo oyunlarını tercüme etmemi istedi, bu da bir yemek esnasında Philippe Drogoz ile tanışmamı sağladı. Philippe filmler için müzik yapıyordu, birkaç gün sonra arayıp yapımcı bir arkadaşıyla tanışmamın iyi olacağını söyledi. Ben olayların nasıl geliştiğini bile anlayamadan kendi yazdığım “Un Homme Qui Dort” romanının film setindeydim. Senarist bile sayılmazdım ama Bernard Queysanne ile yönetmenlik yapmam için iyi bir para teklif ettiler. Sonra tek bildiğim 1974’te Jean Vigo Ödülü’nü almak için sahneye itelendiğim. Demek ki artık bir yönetmendim.
Ödüller, teklifler, tanınma. Bunların en iyi yanı Cuba purolarını ve Avustralya şaraplarını alacak paramın olması. Yoksa sürekli yazdıklarımı ya da gri tonundaki gölgeleri inceleyerek, iç dünyam hakkında yorumlar yapan sersemlere ihtiyacım yok. Sanırım Fransa’da çok tanınmaya başladığım için Avustralya’ya taşındım. Yoksa şaraplar yüzünden miydi? Belki de koalalardır. Sonuç olarak Queenslan Üniversitesi sadece yazı yazmam için bana geniş bir ev ve güzel bir para önerdi. Seyahat, yeşillik ve kangurular… Daha iyisi olabilir mi?
İlk zamanlar zordu. Dil problemi. Bazen kendimi önemli birine dönüştürmek için olmayan hikayeler anlatırdım. Birine diplomatın oğlu olduğumu, marketin çırağına alkolik anneme baktığımı, hayvanat bahçesindeki görevliyeyse turist olduğumu söylerdim. Genellikle ilgilerini çekmek ya da konuşmamızı geliştirmek için bulduğum tuhaf bir yöntemdi bu. Beni daha çok sevdiklerini düşünüyorum. Ya da daha az uzak hissettiklerini.
Huzur yine tembellik getirdi, yazdıklarım seyrekleşti. Avustralya havası o kadar sakindi ki beni yataktan çıkmak istemeyen romantik bir adama dönüştürmeye başladı. Bir gün kendime kızdım, ertesi gün yine aynı keyif duygusu. “53 Jours” isimli kitabımı bitirmeye çalışıyordum. Düşüncelerim izin vermedi. Bir de akciğer kanseri. Doktorlar durumumun kötüye gittiğini haber verdiklerinde Fransa’ya dönmek istedim. Geride kalanlara veda edebilmek için. Ölümümü görmek işleri yoluna koyar diye düşündüm. Sadece 45 yaşımdaydım, en azından beni tanıyamayacak bir oğlum yok.

Elisabeth Peters: Bozuk saat ritminde… -K-

Aslında arkeolog olmak istemiştim. Tarihi çok severim. Ama babam para kazanmak istiyorsam bu saçma fikirleri bir kenara bırakmamı ya da zengin bir koca bulmamı söyledi. Tam olarak onun ağzından dökülen kelimeleri kullanacak olursam cümle şöyleydi: “Barbara, toprağın altında altın bulmayı düşlemiyorsan hukuk okumaya ne dersin?” Babam hep mantıklı şeyler söylerdi. Okumaya başlayınca yazar oldum. Bu ikisi ayrılmaz bir çift değil mi?
Gerçek ismim Barbara. Barbara Mertz. Bunu tarih kitapları yazarken kullanırım. Ben insanın her ruh haline uygun başka bir ismi olması gerektiğine inananlardanım. Meraklı olduğum anlarda Elisabeth, düşünceli günler için Barbara. Belki ağladığım zamanlarda beni Nancy diye çağırmalısınız. Hayatıma giren her adam için yeni bir ismim olsaydı, geçmişin ağırlığından daha çabuk kurtulurdum. Yasalar izin vermiyor. Betsy, Liz, Barb diye çağrılmaktansa üç ayrı kitap serisi yazdım. Ve herbirinde ismimi değiştirdim. Bulmaca çözmeyi sevdiğimden olsa gerek.
Neden polisiye? Merak. Elbette. İllinois'in küçük kasabasında yapacak daha iyi bir işim yoktu. Sokaktan geçenlerin hayatlarını kurgulamak, adım seslerinden profilleri çıkarmaya çalışmak, ve sabahki kahve kokusu. Günlerim monotonluğu kırmak için hayallere dalmakla geçti. On sekiz yaşıma geldiğimde sabah altıda kalkıp ocağın küllerini temizleyen bir kadın olabilirdim. Annem buna engel oldu. Neden bahsettiğini anlamasam da, Mark Twain, Shakespeare, Edgar Rice Burroughs, Dracula kitaplarını elime tutuşturdu. Günlerin kısalması hoşuma gitmişti. Büyümeyi beklemek yerine kelimeleri keşfetmek hayatımı kurtardı. Dokuz yaşımda Chicago'ya taşındık. Trafik, yüksek binalar, bahçesiz evler ve apartman boşluğu. Mahkemede sadece doğruyu söylememek için yemin edecek olsam, sessizliğin katledilişine tanık olurdum. Buldozerler, korna sesleri ve çığlıklar, uykumda bile beni huzursuz etmeyi başardılar. Sabahları sessizlikle dolu bir yer arıyordum. Bu yüzden kütüphaneyi seçtim. İlk başlarda yalnızca huzuru bulmak için. Kapıdan içeri girdiğimde adımların bile müziğini dinleyebildim. Köşede küçük bir bölme seçtim kendime, pencereden baktığımda dışarıyı görebileceğim. İlk oturduğumda sandalye soğuktu, zamanla bana alıştı. Yüzbinlerce kitap. Hepsini okumaya adasam ömrümü, yıllarım yetmez. Bu yüzden kataloglarda ismini sevdiğim, ya da raflarda duruşunu beğendiklerimi seçtim. Diğerlerine haksızlık ettiğimin farkındayım. Umarım onları seven başkalarını bulmuşlardır.
Annem önemli bulduğu kitapları benim de okumam için saklardı. Yüzünde gülümseme ve ilk sayfaya yazdığı notla komidinin üzerine bırakırdı. Hepsini okur, sevdiğim cümlelerin altını çizer, yanlarına düşüncelerimi yazardım. Her zaman kurşun kalemle. Ama ben onun gibi olamadım. Sevdiklerimi başkasıyla paylaşamadım. Kütüphanede kimsenin bilmediği bir kitaba ulaştığımda, sayfasını aralayıp üzerinde çıkış tarihi damgasını bulmadığımda, sıkı sıkı bağlanırdım ona. Titreyerek çevirirdim sayfalarını. Sonra çok arkalara, sadece benim bildiğim bir yere saklardım. O an bir bekleyenim vardı artık. Sonsuza kadar.
Çok okudum. Sayısını aklımda tutamayacağım kadar çok. İlki Edgar Allan Poe’nun Annabel Lee şiiriydi. Annem ailemizin hayatındaki yerini anlattıktan sonra pahalı bir baskısını hediye etmişti bana. Sonraki kitaplar Annabel Lee’nin yerini alamadı. O ilk aşkımdı. Aşka inanmamı sağladı. Beynimi kelimelerle tıka basa doyurduktan sonra, elime geçen kağıt parçalarına hislerimi akıttım. Bütün kadınlar gibi parçalanmış kalbimi ya da söyleyemediğim yalanları karaladı kalemim. Sonra düşünceler, parçalanmakta olan dünyaya ya da cahilliğe dair. Hiçbiri bir deneme olmadı. Tarih dersleri arasında sıkıştırdığım yaratıcı edebiyat saatlerinde mutluluğun yolunu aradım yalnızca. Her sayfa ruhumda dinginleşen bir hüsranın kanıtıydı.
Bir gün edebiyat öğretmenim geçen derste okuduğum iki satırlık şiirin kime ait olduğunu sordu. “Charles’ın dedim. Ben yazdım ama onun için.” Bana inanmadı zannedersem, şiirimin okul dergisinde yayınlaması iki hafta aldı. Sonradan birkaç yerde araştırma yaptığını anlattı. Böylesi ustaca bir kalemin gerçekliğine inanmak istememiş. Lise bittiğinde başkalarının inandığı ama benim umrumda olmayan bir yeteneğim vardı. Hayallerime yetişmek için Chicago Üniversitesi’nde Mısır Kültürü derslerine başladım. Babam üzüntüye karışmış bir alayla baktı bana. Annem okul harcamalarıma yardımcı olabilmek için yeniden öğretmenliğe başladı.
Kimi zaman tüketmeniz gerekir. Olmayacağını bildiğiniz aşkları bile. Benim arkeolog olamayacağımı anlamam dört yılımı aldı. Tembellik, iradesizlik ya da zaman aşımı…bugün bile nedenlerini anlatmakta güçlük çekiyorum. Yeterince aşık olmadığıma inanmak istiyorum. Ya da başkasına daha çok aşık olmuş olduğuma. İlk evliliğimi yirmi beş yaşımda yaptım. Çok zengin değildi. Sadece beni sevdi. İlk çocuğum evliliğimin birinci yılında dünyaya geldi. Anne olmadan önce kadının toplumdaki yeri hakkında daha radikal fikirlerim vardı. Artık maceralar arasında koşamayacağımı onu kucağıma aldığım gün anladım.
Başımı alıp, görmediğim ülkelerde kaybolmak, uyuşturucu kullanmak ya da arkadaşlarımı doldurduğum evde sabahlara kadar parti yapmak gibi seçenekleri elemek zorunda kaldığımdan sürekli bir yenilik arayışı içindeydim. Bir süre sonra okuyamaz hale geldim. Midemdeki ağrılar her cümlede arttı. Yemeğe fazlasıyla doğmuş ve çatlamak üzere olan bir balık gibi hissettim kendimi. O günlerde polisiyeleri keşfettim. Zeki insanın pembe dizileri. Agatha Christie dördüncü kitabından sonra sıkıntı yarattı.Sherlock Holmes kitaplarınıysa dört kere elden geçirdim. Ne diyeceksiniz? Zevk meselesi. Sonra kendim yazmaya karar verdim. İki nüsha kocamın bile bilmediği bir kasanın içinde ölmeyi bekliyor.
İlk kitabımı ancak Almanya’ya taşınmamızın ardından yayınlatabildim. Çok parlak bir parça değildi ama kendime bir yayınevi ve yetenekli bir editör bulmama yardımcı oldu. Elimdeki kopyalara bakıp, başka bir şey denememi söyledi. Mesela bir tarih romanı. Mısır’ın popüler tarihi üzerine yazdım. Hala tez öğrencilerine büyük katkısı oluyor.
1966 önemli bir yıldır. Polisiye kitabım bu yılın başlarında yayımlandı. Kapağında Barbara Michaels olarak ismimi göreceksiniz. The Master of Blacktowel’da ve bundan sonraki yirmi sekiz kitapta… Çoğunlukla bilimkurguya kayan romanlar bunlar. Bazen rüyaların gerçeğe bulaşmasına izin veriyorum. Bir yirmi sekiz kitapta Elisabeth Peters takma ismiyle raflarda yerini aldı. Polisiye diziler ve Holmes sevenler için. Nedense bunlar hep saha çok sattı.
İstediğinizde her şey bir arada gidebiliyor. Hayatıma bütün sevdiklerimi entegre edip bir plan yaptım. Ofisimi evde kurdum ki oğlumun büyüdüğünü izleyebileyim. Gündüzleri çalıştım, geceleri kocamla beraber şarap içebilmek için. Ve hikayelerimin bir kısmını Mısır’da geçirdim. Yalnızca ona ihanet etmediğimden emin olması için. Tek eksik siyah çaydı. Onsuz da idare etmeyi öğrendim.
Yazar olduğumu kabullenmem yıllarımı aldı. İmza günlerinde şaşkına dönerdim. Biri cevaplayamadığım bir soru sorduğunda ya da resim çektirmek istediğinde kızardığımı anımsıyorum. Şu sürekli öğrenme maratonu yüzünden çok kafam karışırdı. Yaz, oku, iyi bir başlık bul, gündemi takip et, kimsenin bilmediği hikayeler ortaya çıkar,noktalama işaretlerine dikkat et, yeniden oku, daha çok yaz, daha çok yaz, daha çok yaz. Bazen bir gece önce düşündüklerimi anımsayabilmek için kendime notlar yazardım. Kahve ne kadar ayakta durmamıza yardımcı olsa da birkaç beyin hücresini öldürdüğü kesin.
Yıllardır neden geceleri daha yaratıcı olduğumuzu tartışırız. Karanlıkla ilgili olmalı, gündüzün bitmediği yaz akşamlarında ayaklarım daktilonun başına yönelmiyor çünkü. Kesinlikle karanlıktan. Sanki havanın rengi, beynimin içindeki karanlıklara denk düşüyor. Yıldızlar parladıkça ben de kıvılcımlar gibi yükselen cümleler bulabiliyorum. Aydınlığa yakın korkular azalıyor. Tabii sözler de.
Canınız nasıl sıkılıyor anlamıyorum? Her gün keşfedilmeyi bekleyen o kadar çok şey var ki. Şu yeni teknolojik ürünlerden bile bahsetmiyorum. Çiçekler, uzayan çimler, değişmekte olan kelebek ırkı. Bir gün içinde öğrendiklerim gece yorgun yatağa girmeme neden oluyor.
Altı torunum var. Bilgisayarlarındaki birkaç tuşu kullanarak Afrika’daki kabilelerin durumunu bana anlatıyorlar. Hayret, ilgi ve utançla dinliyorum. Bazen elimdeki dikişi bir kenara bırakıp bir fincan çay dolduruyorum, diğer zamanlardaysa biblolarımın tozunu alıyorum. Seksen sekiz yaşımda, on yaşımdaki halimden daha da kaybolmuş hissediyorum. Umarım yüz yaşımı gördüğüm gün bu denge değişmiş olur. Dünyayı terk ederken yenilmiş olma hissiyle ayrılmak istemiyorum.

Françoise Sagan: Hep kendi yanıma!

Eskiden soyadım Quoirez’di. Onu ait olmadığım bir hayatın hatıralarında bıraktım. Ben her gün kelimeler arasında yarattığım insanım.
Erkek doğmayı istediğim günler oldu. Hayat kolay olurdu. Giydiklerime daha az özen göstersem, sabah duş yapmadan evden çıksam, ya da renkleri farklı çoraplarla dolaşsam kimse arkamdan konuşmazdı. Özgür olabilirdim. Olduğum insanla sürekli tartışmak zorunda kalmazdım. Ama bir kadınım ve bunla yaşamayı da zamanla öğrendim.
Çoğunlukla mutluyum. Pantalon giymekten sıkılınca askıdan bir etek çekerim, gözlerimin buğusunu ortaya çıkarmak için kalem sürerim. Kısa boylu değilim ama arada bir topuklu ayakkabılar yürüyüşümü değiştiriyor.
Bir erkeğe benziyorum aslında. Yüzüme baksanıza. Sert hatlar, çirkin bir burun, kendinden emin kaşlar. Göğüslerim olmasa eminim bunu yutardınız. Yaratılışım Leonard Cohen’le İngiliz beyefendisi arası bir yerde duraklamış. Sonra nedense kadın olmam gerektiği kararı çıkmış. Söylenmek istemem ama Tanrı varsa saçmalamış. 21 Temmuz 1935’te biraz kafası karışmış.
Annemle babam asla yazar olacağıma inanmadı. Zengindik. Annem fabrikatör bir adam bulup evlenmemi, sergilerde boy göstermemi, kuaföre gidip saçlarımı yaptırmamı önerdi. Babam yakın arkadaşlarının oğullarını işe aldı. Çoğunlukla onlarla dalga geçtim. Kendi kendime. Enerjimi tartışmaktansa kelimelere vermek daha akıllıca oldu. Sonradan gördüm ki duygularımı çığlıklarla harcamak yerine sayfalarla boğmak beni yazar yaptı. Aileme çok şey borçluyum.
Bir aileye ait olmamanın nasıl bir his olduğunu bilenleriniz vardır. Her gün yemeğimi yediğim mutfaktan odama çıkana kadar mideme ağrılar girerdi. Pencerenin kenarında düşler kurardım. İlk kitabımın raflarda olduğu, Proust’un ya da Eluard’ın benim şerefime düzenlenecek partiye gelip elimi sıktığı ve “İyi iş başardın ufaklık!” dedikleri günün hayalini. İlk kitabım “Hoşgeldin Yalnızlık” yayınlandığında on sekiz yaşımdaydım. Kayıp Şeyler Ülkesinde kitabının kahramanlarından birinin adını aldım. Marcel’le tanışmayı başardım.
Ne günlerdi. Bazen annemler tatile gittiğinde, bizim evde toplanırdık. Julie, Paul, Suzette ve Thomas. Sabahtan akşama kadar kafaları çekerdik. Alkolün beyin hücrelerini öldürdüğü söylenir. Bedenlerimizi özgür bıraktığı sürece sorun yok.
Sorbonne’a kabul edildikten iki yıl sonra hemen hemen tüm derslerden kaldığım yaz kitaba başlamıştım. Çok gençtim, param vardı, sefilliği hiç tanımadım. Bu beni daha az önemli yapmadı. Kitabın ilk cümlesine başladığım anda gerçeklere ihanet ettim. Uzun zamandır babama söyleyemediklerimi, sevgilimden sakladıklarımı, beni yatağa atmaya çalışan polis memurunun zavallılığını satırlara sakladım. Yazamasaydım delirmem gerekebilirdi. Gündelik hayatta aklıma takılan o kadar çok soru var ki. Hep şöyle bir hayal kuruyorum. Doğduğum andan öleceğim güne kadar öğrendiklerim hep geriye sayıyor. Yirmili yaşlarda bir bilgin, otuzlarımda zeki, kırklarda ortalama biri olabilirim böylece. İlerisi hep geride.
Ellili yıllarda büyüdüm. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardında. Aşkı keşvettiğimde on beş yaşımdaydım. O duyguyu buldum, ardından hissimi gözleri güzel bir kadına, ya da acınası bir adama yönelttim. Bir adam asla kadının vereceği huzur duygusunu bilemez. Ama erkeklerden vazgeçemeyecek kadar çok sevdim onları.
Bir dönem psikoloğa gittim. Simone ve Jean-Paul birbirlerine iyi geldiklerini iddia etseler de ben denemek istedim. Ruh eşim yoksa, bir doktorum olabilirdi. Baba sorunlarından etkilenen aşk hayatı, boşlukta asılı kalma hissi, tatminsizlik. Beş ya da altı seans sürdü. Bana bir şey öğretmeyen insanlar gibi travma seanslarını da terk ettim. Hep anlık kararlar verdim. Şimdi “İyi ki!” diyorum, “iyi ki yan komşumuz Rose-Marie gibi değilmişim.”
Henüz yetmişlerin modaları başlamamıştı. Sigara sarmak, Beatles dinleyip sokaklara koşmak, bol paçalı pantalonlar ve yuvarlak gözlükler. Ben geleceklerini gördüğümde trençkotumla yağmurdan kaçmaya çalışıyordum. Düşündüklerimle onlara yardım etmiş olmayı umuyorum.
Önceleri yaşadığım hayata duyduğum uzaklığı anlattım kitaplarımda. Paranın getirdiği yalnızlık, kimsenin ilgilenmediği suskunluklar ya da gülümsemeler arkasına gizlenmiş bulantı hissi. Ailemin yanından ayrılmam kaçınılmazdı. Yalan listesinden bir sayı çekip eve dönmekten kurtuldum. Gözlerim kızarmış garaj merdivenlerinden çıkarken şöyle derdim:”Sanırım nezle oluyorum, ya da toza alerjim var.” Annem de her seferinde elinde bir bardak çayla odama girerdi. Bana inanmış gibi yapmaları hepimizin işine geldi.
Helene, Elle dergisinde İtalya’yla ilgili bir yazı yazmam için beni kandırdı. İş çok kolaydı. Tüm yapmam gereken İtalya’yı gezmek ve her hafta birkaç sayfa daktilo kağıdını postalamaktı. Binlerce insanın okuduğu bir dergide adımı görmek devam etme nedenimi verdi.
Her şeyi yaptım. Denemiş olmak için, ya da etrafımdakiler istedi diye de değil. Mutlulukla. Kokain kullandığımda tanımadığım bir gerçeklikte yüzüyor gibi hissederdim. Asid renklerin pantone değerlerini değiştirir, sigara korkunç bir trafiğin ortasında kaldığım anlarda bile huzurlu olmama yardımcı olurdu. Ben olduğum insana dönüşebilmek için hepsine ihtiyaç duydum. Elimde viski şişesiyle kağıtları parçaladığım günlerde bile pişman olmadım. Yaşamam gereken hayat buymuş. Başkasında sirkteki fillere dönerdim.
Ünlü olmaya başladığımda gazeteler yazdı. “Françoise Sagan alkol batağında!” “Françoise Sagan üzerinde kokainle yakalandı.” “Françoise Sagan ve lezbiyen sevgilisinin ilk fotoğrafları.” Yayın direktörlerinden birini arayıp editörlük yapmak istediğimi söyledim. Bu kadar yaratıcılıktan yoksun manşetler atarak keyfimi kaçırdıkları için söylenip durdum.
Bir kitaplık yazarlardan olmadım hiç. Benden bahsedenler de bunu biliyorlar. 1955, 1957. 1961 ve sonrasında hemen her iki yılda bir başyapıt. Başyapıt sözcüğünü kibirimden değil, siz böyle değerlendirdiğiniz için kullanıyorum. Sürekli tabloitlerde boy gösteren bir kadın olmasaydım bunları yazabilir miydim?
Yazmaya yeteneği olan pek çok insan var. Fallar yazarlar, ya da tebrik kartları. Bazısı hukuk bürolarında mahkeme calpleriyle uğraşır, sonra yemek kitabı yazanlar var. Herhangi birine sorsanız yazı yazarak para kazanıyorum deme hakkını kendinde bulacaktır. Peki o zaman Proust için ne dememiz gerekecek? Tanrı mı?
Sanırım 1970 yılıydı. Bir gazeteci yaşımı sordu. Otuz bir. Daha yaşlı olduğumu düşünmüş. “Çocuk starlar gibisiniz,” dedi. “O kadar gençken hayatımıza girdiniz ki sonsuzluktan bir yerden geliyorsunuz gibi. Belki de bundan daha yaşlı olduğunuzu düşündüm.” Hoşuma gitmişti. Otuz bir yıla bu kadar şey sığdırmış olduğum için kendimi bir kadeh burbonla mükafatlandırdım.
O gün de burbon içiyordum. Jazz dinliyorduk. Masaya gelip gidenlerin sayısını tutmadım. Yanımdaki adamın adını da anımsamıyorum. Birden tuvalete gitmek üzere kalktım. Ayaklarım beni kapıya yönlendirdi. Aston-Martin. Ne güzel arabaydı. Direksiyona oturdum, kullanıp kullanamayacağımı sordular. Kendimden çok emin konuşmuş olmalıyım. Görevliler kibarca gülümseyerek kapımı kapadılar. Sonrasını anımsamıyorum. Sarı ışıklar, fren sesi ve hastahane. Ölümden döndüğümü söylediler. Komadan dört ya da beş gün sonra uyanmışım. O günden sonra herşey değişti. Dört ay. Yeniden elimde burbonla jazz dinlemeye başladığımda portakal sularıyla geçen zamanı neye harcadığımdan emin olamadım. İnsan bir kere yaşıyorsa bildiği gibi yaşamalı… Yazmasam yaşayamazdım, ama yaşadığım için yazabiliyorum. Gibi bir cümle…
Cecile. Kızın adı Cecile. Romanımdakinden bahsediyorum ama sonra sinemada görmüş olabilirsiniz. 1954’te Otto filme çekti. Henüz okumadıysanız fazla detay vermek istemem. Zenginlik, sıkıntı ve oyunlar diye özetleyeceğim. Cruel İntentions filmini sevmişseniz, beni de eminim heyecanla okuyacaksınız.
Guy’la evlendiğimde yirmi dokuz yaşımdaydım. O benden yirmi yıl daha tecrübeliydi. Bir yayıncı. Yazarın yayıncıya aşık olmasından daha klişe bir senaryo olabilir mi? Önceleri hoşuma gitmişti. Hayatımı düzenleyecek bir adama ihtiyacım vardı. Ayak uyduramadı. Partilere katılmadı, evdeki şişeleri saklamaya çalıştı. İki yıl sonra boşandık. Aşka inanmaktan vazgeçmedim. Sadece o doğru insan değildi. Bu yüzden Bob’la evlendim. Karikatürler çizerdi bütün gün. Asıl işi bu değildi aslında. Seramiklerin üzerine desenler yaparak para kazanırdı. Onu izlemek hoşuma gitti. Bir oğlan doğurdum. Annelik de bana göre değilmiş. Boşandığımızda ağlamadım. İnsan bildiklerini yaşayabilir sadece. Kalanı filmlerde gözümüzden kaçan detaylar gibi. Aşkı tanıyorum ama verecek kimse yok.
Ayrılmadan birkaç gün önce Bob “yorulmuyor musun?” diye sordu. “Kendim olmaktan mı?” dedim, “yorulsaydım çoktan şakapıma bir silah dayamış olurdum. Ben rahip değilim, Kızılhaçta’da çalışmıyorum. Kimseye örnek olmak gibi bir niyetim de yok. Kendim olduğum için para kazanıyorum. Ve hayır. Soruna cevap vermem gerekirse. Hayır yorulmuyorum.” Bob kahvesine döndü. Bu son konuşmamızdı.
Bunu da başaramdım dediğim anlar oldu. Oğlum ağlarken odasının kapısını çekip çıktığım, tek bir kelime yerine oturmadığı için onlarca sayfayı çöpe attığım, şişmiş gözlerle uyanıp bir önceki geceden nefret ettiğim, saatlerce ağladığım. Ama hepsi geçmişte kaldı işte. Cyril’in umutsuzluğunda, Paul’ün hüznünde ya da Elsa’nın dehşetinde. Yazar olmasam eroinman olabilirdim. Yeteneğim beni ölümden kurtardı.
Hepinizin bildiği şu meşhur vergi borcu sorununu anlatmayayım diyordum ama eminim bu kadar satırı onun için okudunuz. Sekiz yüz otuz sekiz bin eurom var. Bir tür mirasyediyim. Ve evet bu parayı beyan etmedim. Kendime ait birşeyi devlet denen saçma organizmanın bir parçası yapmak istemeim. Hala suçlu olduğumu düşünmüyorum. Daha fazla silah, bomba ya da polis için para vermemişsem bundan size ne? Mahkemeye çıkıp karışık hesaplardan ve anlamadığım para işlerinden bahsetmesi için bir avukat tuttum. Altmış altı yaşımdan sonra hapishaneye girmek fikri hiç hoşuma gitmedi. Kalan yıllarımı sallanan sandalyemde geçirmeyi istedim.
Pek çoğunuzun hoşuna gitmeyen şeyler yaptım. Kokain bulundurmaktan yakalandım, kadınlarla seviştim, para kaçırdım ve de susmadım. Son kitabım olan biyografimi yazdığımda geride kalan otuz kitap vardı. Son ana kadar, hiç yorulmadan yazdım. Siz okumasaydınız ben Françoise olamazdım. Bu yüzden beni merak ettiğiniz için hepinize teşekkür ederim.
Herşeye alıştım. Kimse beni şaşırtmıyor artık. Kendim de. Mitterand ile Kolombiya’da yolculuktayız. Yanımda olması huzur veriyor. Artık tek aradığım bu. 24 Eylül 2004. Bugün ölecekmişim gibi başladım.