28 Eylül 2007 Cuma

K Dergisi- Kara Sohbet: Amélie Nothomb "Unutmayı Unut"

Telefon etme, ismini yetmiş iki bin saat boyunca düşünme, annenle babanın evlilik yıldönümlerinde çiçek yollama. Göreceksin bir zamanın düşleri ne kadar çabuk siliniyor.Beynin istemediği anımsamaları başından defedince sana iyiliklerinle yaşamak kalıyor. Hayat ne kadar kolay!
En yakın arkadaşının sevdiği çiçeği gerekli durumlarda hatırlanmak üzere çekmeceye kaldırdıktan sonra, ortaokul öğretmenin adını, yıllar önce izlediğin filmleren birinin yönetmenini, tatilde yediğin yemeği unutabilirsin. Kırmızı pantalonun, kahvene koyduğun şeker, ilk aşkın, sabaha karşı olanlar…Çöp sepetini dolduran ne kadar çok olay var.
Jerome Angust. Fransız. Yüksek gelirli bir şirkette müdüriyet, az bulunan kitaplarla dolu raflar, Montmartre yokuşunda ev. Bunaltı odalarını kilitli tutmayı başarabilirsen, hayatın oldukça iyi. Birkaç gün önce patronun senin için yeni planları olduğunu haber verdi. Daha çok para kazanmaya kim hayır diyebilir?
Güzel bir adam. Yüzüne bakanlar ilk bunu düşünür. Kendine güvenli, sempatik, zararsız. Biraz daha uzun olsan basket takımına seçilebilirdin.
Çoğunlukla sakin birisin. Çürük sebzeler yüzünden kavga ettiğini gören komşular yok. Mahalle esnafı seni selamlayarak yanından geçer. Köpekler bacaklarına sırnaşır.
Evin her an misafir ağırlamaya uygun. Yatağın toplu, kahve fincanları makinenin içine sıralanmış, ayakkabılar boyalı. Cuma akşamları klasik müzik eşliğinde hazırladığın ”boeuf strogonof” kokusu binaya yayılıyor.
Şarap seversin. Beaujolais yeni ürün. Kırmızının rengi, beyazın kokusu ilgini çeker. Bir kadının tenine benzer diline dokunuşu. Bu duygu için para harcamaktan zevk alırsın.
Yalnızsın. Arkadaşların pek sık uğramaz. Bazen barda tanıştığın bir kadını eve davet edersin. Sevişemezsiniz. Suçluluk buna izin vermez.
Karını öldürdün. Üstelik sevdiğin için. Bazı şeyleri denesen de unutamazsın. 24 Mart 1989. Bu tarihi hafızandan çıkarma. Kendinden nefret etmek için ona ihtiyacın olacak.
Bir cinnet anı. Polis seni yakalamış olsa hakkında bu kararı verirdi. Ardından mahkemede nedenini sorduklarında cevapsız kalırdın. Seni aldatmış mıydı? Asla. Üzerine mi yürümüştü? Oldukça sakin bir kadındı. Ya para, maddi sorunlarınız olabilir miydi? Şirkette yüzde iklik bir payın vardı. O halde karını öldürmen için tek bir neden olabilir miydi? Onu çok sevmiştin insanın sevdiğinin sonsuza kadar ona ait olmasını istemsinden daha iyi bir nedeni olabilir miydi?
Ama kimse seni yakalamadı. Sessizce nerdivenlerden indin, kapıda kimseyle karşılaşmadın. Şirkete geri dönüp son işleri toparladın. Çantanı eline alıp eve doğru ilerledin. Anahtar kilitte döndüğü anda dehşetle haykırmaya başladın. Karın kanlar içinde yatıyordu. Ölümle ilk buluşma.
Suçluluk duymadın. Belki kısa bir hüzün anı. Yatakta yalnız kalma fikri canını sıkmış olmalı. Cenaze töreni sade geçti. Siyah ceketinin altına sakladığın katil bedenin kimsenin gözüne çarpmadı. Huzurun yerinde.
Kendinle konuşuyorsun Jerome. Her gün bunu yapanın sen değil, o an yanında dikilmekte olan biri olduğuna, senin çaresizlik içinde olaylara tanık olduğuna inanmak istiyorsun. Aslında sen olan diğer kendinse gerçekleri kulağına fısıldamaya devam ediyor. Acıması yok. Panik olma asla kurtulamayacağın bir ağırlığın altında eziliyorsun.
Ne kadar uzun günler. Sabah hiçlikle başlayıp geceye kaygıyla devam ediyor. Bütün zevklerinden arınıyorsun. Herkes karının yasını tuttuğunu düşünüyor. Birileri başka bir eve taşınmanı öneriyor. Sen gözlerini kapatıp koltuğuna yerleşiyorsun. Kendi yarattığın bu gerçeklikten kaçmak ne kadar da saçma.
Zaman uzuyor. Haftalar geçici yerini aylara devrettiğinde aklındakiler de yavaş yavaş eksiliyor. Karının kokusu gidiyor yastığından. Unutmak daha kolay. Ocak ayı. Cinayetin üzerinden iki yıl geçti. Beynin sana oyunlar oynuyor. Hemen kanıyorsun. İlk başlarda İsabel’in bedenini rüyaların dışına çıkarıyor. Işığı açtığında duvarın önünde o geceki gibi bakıyor sana. Karanlıkta yaşamaya devam ediyorsun. Birkaç gün sonra sesi kulağına geliyor. Yardım isteyen, korku dolu. Müziği sonuna kadar açmanın yararı yok. Konuşmaya başlıyorsun. Sana cevap vermiyor önceleri. Bir şeyler mırıldanıyor. Düğününüzde ilk dansı yaptığınız şarkının sözlerini duyduğunda vücudun buz kesiyor. Bağırmaya çalışıyorsun. Sana kulak asmıyor. Uykuyla uyanıklık arasındaki o yerde olmayı ne kadar çok isterdin şimdi.
İlk ziyaretinin ardından daha çok kısa bir süre geçmişken, bankada sıra beklediğin bir öğleden sonra yakalıyor seni. Adımları seninkine o kadar uyumlu ki ensende soluğunu hissediyorsun. Yine aynı şarkı seni çılgına çeviriyor. Biraz susmasını söylüyorsun. Umrunda değilsin ki.
Sonra sık sık uğruyor yanına. Yemekte, sakin bir öğleden sonra kanepeye uzanmış kuş seslerini dinlerken, banyoda kitap okurken. Seninle konuşmuyor. Yokmuş gibi davranmak isteğine adrenalin engel oluyor. Kalbindeki heyecanının korkudan mı endişeden mi kaynaklandığını bilemiyorsun.
Herşeyin sana rağmen olduğunu düşünüyorsun Jerome. Yalnızsın. İçinden geçenleri söyleyecek tek kişi yok çevrende. Özenle uzaklaştırma çabaların sonuç verdi. Sokakta takip edildiğin zamanlarda kimse sana yardımcı olmak istemiyor. Hatta daha çok senden kaçıyorlar sanki. Adımlarını hızlandırmak, bir arkadaşlarına selam vermek, karşı kaldırıma geçmek gibi klişe taktikler. İnsanlar birilerinden çekindiklerinde hep aynı tereddütlü tavrı takınırlar.
Rutin mutluluğunu garantiliyor. Süprizleri hayatından kaldırdığında herşey yoluna giriyor. Sabah tereyağlı ekmek, öğlen ılık bir bardak kahve, gece kırmızı et gırtlağından midene ilerlerken , aynı kitabı yirmi ikinci kere okurken , mavi pantalonunu gece çıkardığın yerde bulduğunda, bakkalın önündeki elma sepetlerine çarpınca huzur duyuyorsun. Nihayet bir gün daha aynı sıradanlıkta bitti.
İsabel’e bile alıştın. Aynı odanın içinde birbirini tanımayan yabancı oyunu hoşuna gidiyor hatta. O birdenbire ortaya çıkıyor şarkısını mırıldanmaya başlıyor. Sen önce biraz ürperiyorsun ardından okumaya devam ediyorsun. Eskiden de aynı odanın içinde başka şeyler yapmaktan zevk almaz mıydınız?
Altı yıl olmuş. Bazı tarihleri aklında tutamıyorsun artık. Her yirmi dört Mart’ta İsabel şarkı söylemeyi bırakıp siyahlar içinde beliriyor. Karanlıkta gözleri parladığı için ışıkları kapatmak işe yaramıyor.

K Dergisi- Milan Kundera: Irena "Hüzün şarkıları"

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünya allak bullaktı. Katliam fotoğraflarını, esir kampları gölgeledi; kanın üzerini toprak örttü, gece ölüleri sakladı. Özgürlüğe giden yolda pek çok gün insanın nutku tutuldu. Savaşın hemen ardından devletler bağımsızlıklarını ilan ederken bazıları da kaderlerine boyun eğmek zorunda kaldı. Umutsuzluk sonsuzlukla buluşmuştu.
Hikaye onlardan birinde, o zamanlar Çekoslavakya olarak bilinen ülkede başladı. Başka bir yerdeki kadının hayatını da anlatıyor olabilirdi, ancak bunun için kaosu yetersiz kalırdı. Onunla yetinmektense belirli bir ailede doğmuş, tek başına korkularını taşıyan çaresiz Irena’yı hedef aldı.
Irena annesiyle büyüdü. Babasına dair hiçbir ipucu yoktu. Anne zamanını aynalarla geçirirdi. Irena evde dolaşan bir kedi ya da odadaki hayalet olarak büyüdü. Anne her sabah kahvaltıdan sonra Irena’yı aşağıladı. Sıradan basit insanlar gibi değil, soylu, burnu büyükler gibi. Önce zayıf bedenini inceledi, iri olmayan göğüsleri, şehvetten uzak dudakları, cılız saçları. Hiçbiri yeterince iyi değildi. Ardından pısırık ruhu hedef oldu, mermiler acımasızdı.
Anne eve getirdiği adamları salonda ağırladı, biten şişelere yüksek kahkahalar eşlik etti. Irena gelişmekte olan bedenini adamların arsız bakışlarından korumak için gizlice eve girmeye çabaladı. Annesi onu ifşa etti. Irena’nın sessizlikleri yatağını kapladı.
Genç bir kadın olmaya hazır olduğunda Irena oğlanlarla ilgilendi. Kısa bakışmalar Irena’nın kalbinde kelebekler uçuşturdu. Annesi bu titrek sevgi anlarını sabote etmek için de oradaydı. Irena’ya aşık asaletiyle etkiledi. Kızını bir zavallıya dönüştürdü. Annesi bunu kötülüğünden yapmış değildi, daha şanslı bir dönemde doğma lüksüne sahip kızını kıskanmıştı sadece.
Irena annesiyle hiç kavga etmedi. Sustu, bekledi, kabullendi. Yirmi yaşına geldiğinde kendisinden yaşça büyük Martin’le evlendirildi. Kimse onun ruhunda patlayan bombalarla ilgilenmedi. Irena bitmeyen işkenceden kurtulmanın yolunu Martin’le yeni bir hayat kurarak yakalamak istedi. Martin zengin bir adamdı. Irena’yla uzaklaşan gençliğine geri dönebilmek için evlendiğini kimseden saklamadı. Evliliklerinin hemen ardından Irena hamile kaldı. Bir çocuk hem kadını hem de kocasını mutlu etti. Irena Martin’i hiç aldatmadı, beraberlikleri boyunca ona sadık kaldı.
Irena ikinci çocuğuna hamile kaldığında yıl 1969’du. Ruslar beş yüz bin askerle Çekoslavakya’ya yerleşmiş, ülkeyi esir almıştı. Prag Baharı bitti. Nefes alacak güçleri kalmayan Martin ve Irena çocuklarıyla beraber Fransa’ya iltica etti. Paralarının ve mülklerinin tümüne komünist rejim tarafından el koyuldu. Özgürlükleri için sattıklarından asla pişman olmadılar. Ne kadar korkunç olursa olsun faşist bir diktatörlük, diktatörüyle beraber ortadan kalkacaktı, bu yüzden insanlar umutlarını koruyabildiler. Buna karşılık uçsuz bucaksız Rus İmparatorluğu’na dayanan komünizm, Maceristan için çıkışı olmayan bir tüne oldul. Diktatörler yıkılabilir, Rusya ebedidir. Terk ettikleri ülkenin felaketi hiçbir çıkışının olmayışındaydı.
Yeni bir hayat başlamak çok zordu. İki kişilik hapishane, etrafına korkuyla bakan bir kadın, evden uzaktaki adam ve kayıp zaman çocukları. Gülümseyişler gün geçtikçe azaldı, yerini endişe aldı. Geleceğe duyulan korku dolu umut duygusu. Kimi zaman Paris Metrosu’nda giderken peronda bekleyenlerden birini lise arkadaşı sandı, bazense çimlerin altında uzandığı bir günde Prag’da olduğunu umarak uyandı.
Ardından huzur geldi. Yabancı ülkedeki serseriler olmak, geçmişten arınmış kimlik, gökyüzü. Irena kaçmış olduğü ülkesini her gün daha az hatırladı. Sonunda iki düş birbirine karıştı. Anılar dostlar arasında defalarca ve tekrar tekrar anılmadıkça uçup gitti.
Mutluluk günlerinde Martin hastalandı. Irena bu süpriz karşısında ağlayamadı. Hayatı ona sunulmuş olduğu gibi kederle kabul etti. Martin’in ölümünden sonra çabaladı. Çocukları ona bağımlıydı. Yaşamak için temizlikçilik, zengin bir felçliye bakıcılık, tezgahtarlık yaptı. Utanç duymadı, asla başını eğerek dolaşmadı. En sonunda Rusça’dan Fransızca’ya çeviriler yapan bir yayınevinde iş bulduğunda şansın bir kez daha ona imkan tanıdığına inandı.
Irena dost canlısı, koket ve şirindi. Bir adamın ondan etkilenmemesi için aptal olması gerekirdi. Kızları büyüyüp yeniden kendi başına kaldığında Gustave onu tavlamak için çok zorlanmadı. Ah ne kadar da tanıdık bir mutluluktu! Şefkatli dokunuşlar, aynı ses tonu, Irena bir kez daha aşkla değil, güvenle başladı ilişkisine. Gustaf büyük kızı için bir ev satın aldı, küçüğünün İngiltere’de yatılı okuması için gerekli her türlü maddi yardımda bulundu. Irena artık yalnız olduğuna göre onu yatağına kabul edebillirdi.
1989’da komünist rejim sonunu ilan ettiğinde, Çekoslavakya bağımsızlığını kazandı. Çek Cumhuriyeti olarak yaşamaya devam edecek devlet kendi kurallarıni kurmakta özgürdü. Kaçakların vatanlarına dönmelerine izin verildi.
Herkes Irena’ya sorular sordu, ülkesinde olanlar hakkında, eski evi, diğer yaşantısı, bilmedikleri kimliğı hakkında. Kimse onu dinlemedi. Irena’nın hayatının tek gerçekliğinin Paris şehri olduğuna, Prag’da kalmış olanın onun tanımadığı bir ideal olduğuna hiçbiri inanmadı.
Gustaf şirketini bahane ederek Prag’da bir ev satın aldı. “Gitmen için değil, sana ne kadar değer verdiğimi bilmen için” dedi Irena’ya. Irena sabırla sustu. Sonra bir gün merak ve pişmanlık üstüste bindi. Uçağa atlayıp Gustaf’ın kollarına hareket etmeye karar verdi. Bunu kendisinden beklenenleri karşılamak ya da içindeki nefreti kusmak için yaptı.
Havaalanın’da iki önemli şey oldu. İlki uzun yıllardır ilk kez etrafında Çekçe konuşan bir kalabalık birikmesiydi. Irena’yı savunmasız yakaladı. İkincisi, pencerenin kenarında oturan adamdı. Ellilerin sonlarında, iyi giyimli bu adam gençlik yıllarında Martin’le ilk evlendiği zamanlarda Prag’da bir barda tanıştığı gençti. Beklemediği bir anda tutku şehvete bulanarak geldi.Irena Josef’i havaalanında gördüğü zaman geçmişteki maceralarının her ayrıntısını hatırladı. Joseph hiçbir şey anımsamadı. Daha ilk saniyeden itibaren karşılaşmaları haksız ve isyan ettirici bir eşitsizlik üzerine kurulmuştu.
Uçakta konuştular. Ara ara. Irena yalnız kaldığı zamanlarda adam aklınıı kurcaladı. Josef yalnızca uyudu. Fransa’dan gelen Irena ve Danimarkalı Josef. Birbirlerine isimlerini tekrarlamadan anlaşıyor olmanın tatminini yaşadılar. Kadın adamı terk ederken bir dahaki buluşmanın planlarını yapıyor, üzerine giyeceği kıyafetten, yanına alacağı çantaya kadar görüntüsünü kurguluyordu. Irena hayatını tek bir anına odaklanmış geleceği biçimlendirirken, Josef ülkesine dönmenin bulantısını hissediyordu.Prag havaalanından çıkarken Irena ve Josef birbirlerine görüşmek üzere söz verdiler.
Irena’nın İlk gözüne çarpan dildeki değişimler oldu. Sözcükler daha yavşak, vurgular daha kısa, armonisi bozulmuş yeni bir Çekçe vardı. Yaşam şekli ilk kez konuşmalarda kendini gösterdi. Taksiciye verdiği para, ağaçların rengi, asvaltın eğimi, sokakların genişliği, her şey zaman içinde özerkliğini ilan etmiş, başkaları tarafından yapıştırılan etiketlerden sıyrılmıştı. Daha döndüğü ilk anda aşağılık, güçsüzlük, bağımlılık duyguları yeniden omuzlarına çöktü.
Annesinin evine gidişi ikinci travma anı oldu. Kapı aralandı, anne cüretkar bedeniyle onu içeri aldı. Gustaf heyecan içerisinde kollarına atladı. Artık kendisinin olmayan evden, izlerinin kalmamış olduğu odasına çıkarıldı. Biraz kestirdi, Gustaf yanında uzandı. Akşam yemeği her zamanki gibi bencil annesinin hikayeleriyle tükendi. Yıllar insanlar üzerinde büyük değişimler yaratmadı.
Ertesi gün Irena bıkkın bedenini sokaklarda dolaşmaya zorladı. Cafelerdeki gençler ona New York ya da Paris sokaklarındakilerden daha farklı görünmedi. Akşamüstü gençlik günlerinin geçmiş olduğu barda arkadaşlarıyla buluşmak için sözleşti. Ayakları oraya gitmeye direndi. Reddedilen ve terk edilen öteki hayatlar onu daima hazır bekliyormuş, sığındıkları köşeden onu izliyorlarmış gibi hissetti.
Barda saat yedi sularında ilk içkiler ısmarlandı. Bira. Güzelim Bordeaux şarabına tercih ettikleri, beş dakika içerisinde ısınan bira. Irena utancını ve uzaklığını gizlemek için bira ısmarladı. Minik yudumlarla içmeyi denedi. Midesindeki tiksinti hissinden kurtulamadı. Hiçkimse ona Paris, kocasının ölümü ya da kızları hakkında sorular sormadı. Irena huzursuzca gülümsemeye çalışarak aralarında oturdu. Nostalji doyurulamamış dönüş arzusundan kaynaklanan bir kederdi. Dönmesinin ardından geçen yirmi dört saat içinde bulantı başladı.
İçkiler devam ettikçe kimisi geri dönüşüne bir anlam vermediğini ititraf etti, bazısı Irena aralarında değilmiş gibi davrandı. Matilda haricinde kimse onun olası hissleriyle ilgilenmedi. İki kadın barın tenha bir köşesinde konuştu. Geçmişe, korkulara, ölüme dair. Irena kendine mekanın içinde kaçışlar aradı. Ertesi gün buluşacağı gizemli Josef’i düşündü
Gece ağladığında kalktı, barın önünde oyalanmakta olan taksilerden birine işaret etti. Yol boyunca, geçen zaman, kalp sızısı, anımsamalar üzerine hayaller kurdu. Eve vardığında bedeni kafasını taşıyamayacak kadar yogundu.
Ertesi gün Irena Josef’le buluşmanın heyecanıyla güne başladı. Kahve içmedi, Gustaf’ın horlamasından dinlenememiş bedenini küvetin içine attı. Öğle yemeği vaktine yakın cüretkar ama bir o kadar kapalı elbiselerinden birinin içine süzüldü. Ayakkabılarını seçerken renk uyumundan fazla bir şeyle ilgilenmedi. Hafif bir makyaj yeterli oldu. Irena otele önce vardı. Barda oturup adamın gelişini bekledi. Joseph tam vaktinde salondan içeri girerek ona doğru ilerledi. Irena’nın kalbi vites arttırdı.
Her şey yolundaydı. Şarap, yemeğin tadı, tanışma anının büyüsü. Irena geçmişte kalmış bu adamın hayatına yeniden girişini kutlarken, Josef biraz sonra paylaşacakları sevişmenin şehvetini yaşamaktaydı.
İçkiler bittiğinde Irena Josef’i yukarıya davet etti. Tutkunun ilk aşaması asansörde başladı. Josef ellerini kadının bedeninin kıvrımlarında dolaştırdı. Yabancı bir elin dokunuşu Irena’nın esaretine son verdi. Irena’nın kafasında alkolün iki rolü vardı. Fantezilerini özgür kılıyor, cüretini cesaretlendiriyor, cinselliğini arttırıyor aynı zamanda belleğini perdeliyordu. Vahşice şehvetle sevişiyor, aynı zamanda unutuşun perdesi her şeyi siliyordu. Ne sevişme sırasında ne de ardından Gustaf’a karşı herhangi bir aidiet duymadı. Artık ruhunun ait olduğu adamın yanında mutlu olduğunu düşledi.
Bu ilk aldanışı değildi. Yanında yatan adama baktı. Uzak görünüyordu. Şüphe tohumları beyninde yeşermeye başladı. Adamın sevişirken bile kendisine bakmamış olduğunu farkettiği an gerçekle karşılaştı.
“Adımı söyle” dedi. Josef panikle ona döndü. Irena üsteledi. Joseph’in suskunluğu bütün cevaplardan daha zordu. Biriyle karıştırmış, rüyalarının kadını karşısına çıktığında kendinden geçmiş, çocukluk aşkı zannetmiş olabilirdi. Oysa Joseph susarak, ona bayağılığını, günahkar bedeninde yok olan kimliğini, sindirdiği acılarını hatırlattı. Irena hıçkırıklar arasında geçmişine ağladı. Josef sigarasına uzandı.
Josef Irena’yı terketmekte zorlanmadı. Sessizce giyindi, bir daha görmeyeceği kadına son kez bakıp kapıyı ardından kapadı Irena adamın gidişini duydu. Gözyaşlarını yatağa gömdü.
Irena odayı akşamüstüne doğru terketti. Resepsiyondakilerin fısıldaşmalarına aldırmadı. Metro içinde kaybolmak istedi. Geçmişle gelecek arasında sıkışan şimdinin hüznünü hissetti. Altı durak ve yüzlerce insan gördü. Hiçbirini bir sonraki istasyonda anımsamadı. Uzun zamandan beri ilk kez eve dönüyor olmak ona yaşama gücü verdi. Yeni bir kimlikle sıradan bir hayata başlama hevesine kapıldı. Ne kendi yataklarında annesiyle sevişen Gustaf ne de ölümden kaçmaya çalışan annesi kalbini parçalamadı. Yılların neleri değiştirdiğini düşündüğünde, sadece ondan aldıklarını hatırlayabildi. Sessizlikte hüznün şarkıları çaldı.

K Dergisi- Inka Parei "Düşler Kurgulanır"

Hareketsiz kalmak en güçlü yanlarımdan biri. Kimi zaman bir metre genişliği zor bulan sarı kenevir serili, uzun ince hortumu andıran koridorumda bir köşeye tünediğim görülür. Perdesiz camlarımdan beni izleyenler varsa bu duruma şaşırmayacaklardır.
Lehniner Sokağı’nda, loş odalı kareyi andıran klasik bir Berlin evinde yaşıyorum. Terkedilmiş binamın çoğu katları yağmalanmış. Karşı komşum Dunken ve ben geriye kalan harabeleriz. Çalışmam. Ailemden kalan bir servetim ya da nafaka gelirim olmadığı düşünülünce nasıl hayatta kaldığımı merak ediyor olmalısınız. Çok kolay, gelirimi idareli kullanıyorum. Para buldukça yemek almak için harcarım. İnanmayacaksınız ama hiç karnım aç dolaşmadım. Zengin olmayı arzu etmem. Bana nerede yaşadıklarını bilmediğim ünlüleri anımsatırlar. Sokakta keyifle yürüyemedikten sonra paralarınızı banka kasasına eklemek ne işe yarar?
Binamız çöpçüler, postacılar ya da polisler tarafından tanınmadığı için yabancı birini gördüğümde ürkerim. Kimse bana bir hot dog getirmek ya da hardal istemek için uğramaz. Ben de gazetelerde olanlarla ya da dünyayı kasıp kavuran fırtınalarla ilgilenmem. Kapım çalmaz, çilingir kilitleri açmak için gelmez. Oldukça sıradan bir hayatın için debelenen bedenimle barıştığımdan beri, doktor da hayat alanımdan eksildi.
Hep aynı. Sabah koyu kahvenin içine düşen bir küpşeker. Öğlen avare sokaklarda yalnız adımlar. Akşam kömüre bulanmış ellerimle çevrilen kitap sayfaları, gece günlerin devamı gibi yaşanan rüyalar. Hayatımın rutinini tek değiştiren dışardaki buldozerlerin sesleri. Artık bişeyleri değiştirmek için bile vakit harcamıyorum.
İyi biri değilim. Beynimden geçen once korkunç düşünce varken herkesi sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Elime bir silah alıp yoldan geçeni ateşe tutmadım ama bunu istemiş olmak bile kötü olmaya yeterli. Her gün yaptıklarımı düşünün mesela. Çöp poşetlerimi, sırf para vermemek için yan binanın torbaları arasına karıştırırım. Bunun için herkesin uyuduğu erken saatleri ya da sarhoşuktan burunlarının ucunu görmeyecekleri cuma günlerini seçerim. Karşı komşumun evine izinsiz girerim. Duyduğum belirsiz bir sesi bahane eder, sessizce odaların içinde süzülürüm. Başka birinin hayatına tecavüz etmek beni mutlu eder. Bu kadar açık konuşmuşken tam olarak içimden geçenleri saklamak gereksiz olur. Etrafta olanları dikizlerim. Çıplak birilerini aramakla, ya da bir cinayete tanık olmakla ilgisi yok. Yaptığım pek çok zararsız kötülüğün tek nedeni biraz heyecan arayışı. Kabul edersiniz bütün gün boş boş dolaşmak bir iş sayılmaz. Biraz eğlenmek için başkalarının hayatlarını kullanmama kızmazsınız sanırım.
Hiç evlenmedim, çocuk evlat edinmedim, aileme ne doğumgünlerinde ne de Noel’de kart yollamadım. Yardıma muhtaç insanlara sadaka vermem, bahşiş bırakmam, kırmızı ışıklarda beklemem, kiliselerin elli metre yakınından bile geçmem. Ağlayan, cüzzamli, sakat ya da kör birini gördüğümde hızla kaçarım. Zayıflıklarla uğraşmak benim işim değil. Bu eksikliklerimden hiçbiri beni şeytanın avukatı yapmaz ama iyi insan mertebesine ulaşmak için daha çok çalışmam gerek. Umrumda değil.
İyiliğimden değil, sıralarda başkalarının önüne geçmememin tek nedeni bol bol vaktimin olması. Bir keresinde Çinli bir kıza sıcak kakao vermek istemiştim. Polis istasyonunda tek başına annesini bekliyordu. Bir hüzün hissi çöktü, onu neşelendirmek için makineye gittim. Son iki markımı da delikten attıktan sonra sıcak suyun bardağa dolmasını izledim. Kıza sevimli görünmeye çalışarak bardağı uzattığımde küçümseyerek baktı bana. Çinliler’in süt içmediğini bilmemek büyük bir suçmuş gibi. Bardaktakinin su olduğunu söyledim ben de. İkna oldu. Sayılı iyilik denemelerimden birinde çuvallamış olmak ilerisi için umut verici olmadı.
Bir kaç zevkim var. Pipo tüttürmek, Berlin’in geniş kaldırımlarında yürümek, Türk “imbis”lerinde satılan beyaz soslu dönerden yemek gibi. Geçenlerde tanıştığım bir İstanbullu burada yediğimiz dönerin nereden geldiğini anlamadığını söyledi. Ben yine de tadını seviyorum.
Hepsinin bir hikayesi var. Yaşlandıkça anlatmaya ihtiyaç duyuyorlar. Yan binada oturan Hintli çift, altmışıncı yıldönümlerini kutladıklarında sırlarını açıkladı. Tarikatlarının gizemli dünyasına doğrudan bakış. Geçmişte bıraktıkları hayata garip bir özlem. Şimdi evlerinden marsala kokuları yükseliyor. Ne kadar deneseler de hardala bulanmış domuz sosisinden benim aldığım zevki tadamıyorlar. Alkolikler bütün günlerini unutarak geçiriyor. Hatırladıkları zamanlarda markette ya da polis istasyonunda oluyorlar. Arada bir, yalnızca kusarak geçirdikleri sabahlarda içkiden nefret ediyorlar. Keşke o anları da hafızalarından silebilseler, bedenlerinde sadece tükeniş kalırdı. Sadece dinleyerek bile onların hikayelerine o kadar çok dahil oluyorum ki.
Kreuzberg’in Gürlitzek İstasyonu çevresindeki bloklarda dolaşırken ikinci sınıf insan muamelesi gören azınlık halklarına yakın hissediyorum kendimi. Derimin rengine uyum sağlayamayan bir düşünce sistemim var. Özgürlükleri için durmadan savaşmak zorunda kalan bu tembel halk ilgimi çekiyor. Kendimi yakalamak için sorumluluklardan vazgeçen beni anımsatıyorlar.
Çok sıkıcı. Politika, sokaklardaki protestolar, Madonna için kendini paramparça eden hayran kitlesi, otobanda yarışan arabalar. Bir anlık zevklerle tatmin olan insanlar macerayı teğet geçiyor. Ben sabah antremanlarımda bile daha fazla heyecan yaşıyorum. Taşradan gelen insanlar memleketlerine düşmanca bakıyorlar. Şehirlilerse bütün bir çocukluğun tiksintisinin üzerine yükleyemeyeceği kadar çok izlenim, değişiklik ve trafikle mücadele ediyor. Ben onları hızlı adımlarından tanıyorum.
Daha geçen gün tanımadığım bir adamla seviştim. Adını sordum. Çok kısık sesle cevapladı beni. Yeniden tekrarlamasını bile istemedim. Bedenimin bütün kıvrımlarını tanımış olan birinin kim olduğunu bilmeme fikri hoşuma gitti. Katil olabilirdi, cebindeki silahı çıkarıp paramı ya da bedenimi isteyebilirdi. Param yok, bedenimde az önce onun olmuştu. Bir dahakine de itirazım olmazdı açıkçası. Sevişmenin ardından sessizce ayağa kalkıp bir bardak su içmek istediğini söyledi, bir daha geri gelmedi. İki gün sonra kokusu geçtiğinde bir zamanlar yaşamış olduğunu bile unutmuştum.
Geceleri seviyorum. Rüyalar kahraman olduğum film sahneleri. Birbirlerine karışıyorlar, zamandan kopup korkularımda yaşıyorlar. Bu iyi bir durum. Beni yaşlanmaktan, obezlikten ya da alzheimer vakalarından biri olmaktan koruyor.
Benim günler süren maceralar zannettiğim kurgular bir kaç saat içerisinde tükenip yerini terleme nöbetlerine bıraktığında uyanıyorum. Bazen geleceğin yansımalarını ya da geçmiş hayatımın farkına varamadığım anlarını düşlediğimi sanıyorum.
Yataktayım. Hep böyle başlıyor rüyalar. Sokata gördüğüm bir adam benimle sahneyi paylaşıyor. Yatağıma giriyor, tenime dokunuyor. Tutkuya bulanık şefkatla seviyor beni. Sevişmemiz aylarca sürüyor. Kalktığında canım yanıyor. Sessizlikle başetmeye çalışıyorum. Yemek almaya gidiyor, üzerine giydiği kalın kabanıyla kapının ardında yok oluyor. Çantası başucumda, içinde bulduğum silah ruhumu ürkütüyor. Geri geldiğinde ben, silah ve yatak beraberiz. Beni öldürmesini ya da ağzından dökülecek küfürleri bekliyorum. Suskunluğunu koruyor. Kelimeleri biliyorum.
Ardından mekan değişiyor. Köşede her zaman öğle yemeklerimi yediğim Mirca’nın kafesindeyim. Giyinmiş, aç, sakin. Beynimi zorladığımda, adam hakkında hiçbir anımsama bulamıyorum. Etrafta oturanlar sıradanlığa bulaşmış insanlar. Sigara içen bir adam, uyuklayan bir kadın, kısacık eteğini çekiştirmeye çalışan kız. Dumanın kokusu burnumu gıdıklıyor.
Tam o sırada içeri iki adam giriyor. Geniş omuzlarının üstündeki minicik kafaları Mirca’ya yöneliyor. Adam onları takip ediyor. Bir tür hesaplaşma durumu olduğu kesin. Benden başka kimsenin gözleri kıpırdamıyor. Modern zaman paramızla beraber huzurumuzu da gaspettikten sonra nefes almak anlamsız geliyor. İçeriye atılıyorum, kendimden beklemeyeceğim çevik hareketlerle ilk önce birinci adamı ardından diğerini etkisiz hale getiriyorum. Mirca bedenleri arka bahçeye doğru sürüklüyor. Çorbama kaldığım yerden devem ediyorum. Soğumuş. Mirca önüme yenisini koyuyor. Sessiz anlaşmalar imzalardan daha etkili.
Bütün bu taktikleri bana Wang öğretiyor. Bir Çinli. Pek çoğu gibi atik, çabuk, kararlı. Düşmanımı nefessiz bırakmayı, tehlike anında ellerimin silaha dönüşümünü ve öldürücü darbeleri taklit ediyorum. Bu yeni hareketleri kendimi savunmak için kullanıyorum. Yok etmekten garip bir zevk aldığımı inkar edemem.
Ardından uyanıyorum. Rüya olduğunu ışığın odama doluşuyla farkettiğim hikayeler boşuna beynimi oyalayıp duruyor. Yine hiç dinlenmemişim.
Hareket ettiğim her an ideal kendimin peşinden koşuyorum. Hoşgörü, irade, memnuniyet, tatmin… durakta beni bekliyor. Otobüsüm yeterince dolu, bir dahaki sefere diyerek kendilerine el sallıyorum. Ardımdan gelen otobüse takılırlarsa gidecekleri durağa daha çabuk varabilirler. Ben şehrin gürültüsünü takip eden sokaklar boyunca ilerliyorum. Düşman içimde, olmak istediğim kendimde. Bana olası bir kahramanın süpergüçlerini hatırlatıyor. Dunkin, Hell ya da çevremde gördüğüm başkalarının korkularıma katkısı yok. Ben kendim için yeterince yoğun çalışıyorum.

Düşünmek gözlerimi yoruyor. Yeniden uyuklamaya başlıyorum. Banka soygunları, kovalamaca, çaresizlik içinde ölen bedenler. Macera filmlerinde buluyorum kendimi. Stanley Kubrick yorumlarından biri. Yüzler ve mekanlar zamandan dışlanıyor. Herkes çıplak. Keşke her günü böyle yaşasak.

25 Eylül 2007 Salı

İleri derecede arkadaşız!

İlişki kadınların sözlüğünde pek çok anlama gelebiliyorken (iş ilişkisi, arkadaşlık ilişkisi, akraba ilişkisi...) erkekler neden ilişki dendiğinde en yakın acil çıkış kapısına yönelmek ya da garsona sipariş vermek için huzursuz harekelenmelere başlarlar? İş toplantılarında ya da maçlarda saatlerce aynı mevzu üzerine polemik yapabilen erkek ırkının, ilişkiler söz konusu olduğunda konuyu 180 derecelik dik açıyla karşı yöne çekme hızına hayran kalmamak elde değil. Erkekleri tavşan hızına ulaştırmayan yeni bir kelime aranmaktadır!


24 Eylül 2007 Pazartesi

K Dergisi- Jeremiah Healy : John Cuddy-

Son 1 yılda “kabus gibi” diyerek bitirdiğim günlerin sayıs: 293; tadı kötü olduğu için geri gönderilen yemekler: 48; çantamdan eksilen eşya adedi:7. Sokaklar benimle uğraşmaya devam ediyor. Umursamıyorum. Sonunda büyük bir aşk yaşadığım şehirle iyi geçinmeye karar verdim.
Tüm hayatım tamircimin çöpe atmam gerektiğini öğütlediği Fiat 124 içine sığabilir. Yine de Şikago’ya giden bir doktordan kiraladığım çatı katında yaşamayı tercih ediyorum. Bir evi olan adamlar kadınların güvenini kazanıyor. Arada bir aletlerin kaslarımı çalıştırdığı spor salonuna gidiyorum. Geri kalan günler “acaba”yla başlayıp “teşekkür” ile sona eriyor. Yeni bir maceraya boyun eğmekle evime dönebiliyor olmak arasında bocalayan bedenim genellikle memnun.
Özel dedektifim. Mecburen. Bu mesleği sınavları kazanamadığım için ya da ailemin baskısı yüzünden seçmedim. Kimse çocuğunun her an tehlikede olacağı bir iş yapmasını istemez. Dedektiflik kaderimde yazılıymış. Ölüme
direnen doktorlar ya da rüyalardan uyanan sanatçıdan farkım yok. Ben de bunun için seçilmişim. Merak duygumun üstesinden gelmeye çalışıyorum.
John Cuddy. 1.80. Otuz sekizle, yetmiş üç arası. Erkek. Beni tanımış oldunuz. Boston'da yaşarım. New Yorklular’ın ciddiye almadığı şu küçük kent. Sokaklarda öğrencilere çarpmadan, İngiliz aksanıyla konuşan birine rastlamadan ya da metro kalabalığına karışmadan yürümenize imkan yok. Havanın tonu, binaların rengi ya da pasta kokusu, bir zamanlar elimden kayıp gitmiş olanları hatırlatır. Hüzün duyarım. Başkalarının hayatlarına bulanmam da yalnızca bundan.
Sabah yeni bir güne uyanmanın heyecanıyla yataktan ayrılırım. Ilık bir duş, bir iki fırça darbesi ve dün geceden tasarlanmış giyisilerle evden çıkmaya hazırım. Çantam neyse ki bıraktığım yerde beni beklemekte. Ofisime, evime ve arabama uygun anahtarlar içinde.


İşimin büyük kısmı beklemek. Üzerinde adım yazan kapı, koyu renkli masa, ağırlığımla ezilmeyecek sandalye, kahve fincanı, iyi kesim bir ceket, kilitli dosya dolapları ve kararlı bir ifade sahibi olduğum sürece olaylar beni bulur. Seçiciyim. Her para verenle çalışmayı sevmem. Koltuklarının altı terleyen adamları, bana emirler yağdırmaya niyetli olanları, kocasını aşığıyla yakalamak isteyenleri eledikten sonra çalışmaya hazırım.
Dedektiflik yaparken çok dikkatliyim. Paparazzilikle polislik arasında duraklamaya çalışan işim insanları çoğu zaman korkutuyor. Kapılarını günün herhangi bir vakti çalmamdan huzursuz olanlar var. Bir de her şeyi bilmek isteyen komşular. İkisi de bana yardımcı olmaz.
Hayatım tren gibi. Hızlı, durakları az ve hedefe yönelik. Bazen makaslarda yanlış yollara saptığım olsa da henüz büyük bir kaza atlatmadım. Biriyle konuşmaya başlarım. İnsanlar dedikodu yapmayı sever. Başkasını suçlamak günlük işlerinden biri. Bana eskiye saklanmış sırları anlatırlar. Şanslıysam olayları çözmeme yardımı olur. Aslında her şey çok basit. Kıskançlık, hüsran, aşk. Bütün cinayetlerin nedeni “keşke” duygusu. Bir gün kendi olduğumuz yerden mutlu olmayı öğrenebilsek…
Bir sigorta şirketinde çalışmıştım. İnsanların damarlarına HİV virüsü vermek daha akıllıca olurdu. Çaresizlik içinde bekleyen insanlara yardım etmemek için her şeyi denerdik. Yeni eşini kaybetmiş bir adamın mirastan çıkarını hesaplayıp, bunu karısıyla olan kavgalarına çarpıp, sonunda kazanacağı paraya böldüğümüzde onu mahkemeye çıkarmak için yeterince delil toplamış olurduk. Karım öldüğünde şirketi terkettim. Artık sadece kendimden sorumlu olduğuma göre aç kalmamın bir önemi kalmamıştı.
Çeşitli meslekler denedim. Askeriyede takılmak sıkıntımı geçirmedi, polis için araştırmalar yapmaksa adalet inancıma iyi gelmedi. Polis olabilirdim. Şu anda yaptığım işlerle karşılaştıracak olursanız kolay bir meslek. Her şeye rağmen arkanızda olacak bir partneriniz, pek çok durumda ateşleyebileceğiniz bir silahınız, sireniyle herkesi korkutan bir arabanız var. Birkaç telefonla giremeyeceğiniz maç, açtıramayacağınız lokanta olmaz. Oysa dedektif olduğumda yalnızım. Eski arkadaşlarım ihanete uğradıklarına inanıp çoktan terk etti. Üniformam olmadığı için kimse beni yeterince güvenilir bulmuyor. Önemsemiyorum. Yeterince eşelediğimde toprağın altından mutlaka kötü kokan bir şeyler çıkıyor.
Üniversite’de ders vermem için teklif geldi. “Nasıl iyi dedektif olunur?” Daha büyük bir şaka olamaz herhalde. Her hafta benim için ayrılmış süre boyunca “Kanun kaçakları nerede bulunur, ölümden nasıl dönülür, sizden zeki adamlarla karşılaştığınızda alınacak önlemler, dört adımda dedektif olmak” konularını anlatmamı istediler. Reddettim. Tehlikeyle burun buruna kalamadıktan sonra teorik bilgilerin faydası olamaz. Erkekler hakkına kitaplar yazan bakire kadınlara benzemek istemem.
Fazla dostum yok. Polis teşkilatında görev yaptığım zamanlardan kalma bir kaç silahtar, cennetten beni izlediğine inandığım Beth, masada oturarak büyüttüğü göbeğiyle gazeteciliğe devam eden Mo. Hepsiyle çıkar ilişkim var. Mo, polislerin sakladıklarını açıklar. Polisler arşivlerde tozlanmış dosyaları “tesadüfen” çantama düşürür. Beth her gün daha da iğrenç olduğuna inandığım hayattan, ruhumu saklar. Bedenim entrikalar arasında yolunu bulsun.
Bu mesleğin tek kuralı var: “korkuna rağmen gitmek”. Stilim bu. Farkettirmeden evlere girmem, bana ait olmayan hiçbir şeyi çalmam. Kibarca bildiklerimi anlatır, ardından yüzlerinde oluşan ifadeleri incelerim. Biraz psikoloji bilgim olması bu durumlarda işe yarıyor. Belirli davranış şekilleri var. Yalan söyleyenlerin aceleciliği, bildiklerini saklayanların sizi başınızdan atma hevesi… Alıştım artık. Sıkıldığım zamanlarda ukalalık yaparım. Laf kalabalığı zeka seviyesi düşük insanlar üzerinde etkili bir yöntem. Sizi pes ettiremediklerini görünce mutlaka açık verirler.
Korkulardan destek alırım. Belki de tehlikeye bu yüzden balıklama atlıyorum. Bana herkesin bulaşmaya çekindiği, politikacılar ya da çocuk pornosuyla kaplanmış birkaç hikaye verin. Ardından koltklarınızda rahatça uzanıp olayların gelişmesini bekleyin. Bazen kendimi bile şaşırtacak kadar zeki olabiliyorum!
Bugün ölebilirim. Yaşamam bile mucize. Mafya işine karıştığım için beni kaçırtabilir, polisler yolsuzluklarını açığa çıkarttığım için tutuklanmamı sağlayabilir, yayın yönetmenleri etrafta dolaşmamdan rahatsız olabilir. Bir araba tam karşıya geçmeye çalışırken bana çarpabilir, yangın merdivenlerinde kalp krizi geçiren bir adam üzerime düşebilir. Hepsine hazırım. Nefes almamın o kadar önemi olsaydı bu işi yapıyor olmazdım.
Şüpheli ihtiharlar, Viyetnam Savaşı’nda ölenlerin yerine geçen kimlikler, kanundan kaçanların trilyarder olduğu bir borsa. Hayatın hiç bir anı, “olması gereken” düzeni takip etmiyor. Önemli olan buna uyum sağlamayı başarmak. En iyi çözüm kötülere bile iyi davranmak. O zaman bocalamaya başlıyorlar.
Çoğu zaman oraya buraya kartımı bırakarak, ya da etrafta dolaşarak işleri çözüyor olduğumu sanıyorum. Oysa olaylar kendiliğinden hareket ediyor. Bir iki özel durumda, Tanrı geride kalanlara bir hediye vermek istediğinde herşeyi açıklıyor. Bütün bunlar onun kararı, ben ortalarda dolaşarak kahraman oluyorum.
Bir keresinde kayıp bir çocuğu aramak üzere görevlendirilmiştim. On altı yaşındaydı. Babası fidye için kaçırıldığını iddia etti. Teyzesine göre ailesinin baskısına dayanamadığı için kaçmış olması da mümkündü. Arkadaşları sadece gitmek istediğini söyledi. Sonunda onu bulduğumda sevgilisiyle birlikte bir barakadaydı. Evine geri götürmek zorunda kaldım. Olduğu yerde bırakmak doğru karar olacaktı ama bunun için para almıştım. Bazen bizim meslek insanın hayatına müdahale etmek zorunda kalıyor.
Kabul ediyorum. Her zaman hikayeler benim istediğim gibi sonlanmıyor. Herşeyin çözümü yok. Yüzlerce adım sonrasında yine ilk sorduğum soruda buluyorum kendimi. Sessiz kalıyorum. Bazen kaybettiğimi itiraf etmekten bıkıyorum.
Dedektiflik yapmadığım anlarda zamanımı merak ederek geçiriyorum. Dünyanın dönme hızı, kedilerin görüş açısı, kağıdın nasıl beyaz oduğu gibi pek çok konudaki bilgi açlığımı uzmanlara danışarak gideriyorum. Bazen ansiklopediler yeterli oluyor, çoğu zaman onlar için de uzun konuşmalar yapmak zorunda kalıyorum.
Çoğunlukla sokaklarda dolaşıyorum. Bir binaya girip, görmem gerekenleri inatla bekler, ardından arabama atlayıp başka bir mekandaki hedefe yönelirim.Günlerimin hareketi bir futbol maçını andırır. Gol atmak için önce sahadaki rakipleri altetmek zorunda kalırım. Önümü kesmek için pek çok yol denerler. Korkutmaya çalışanları iki kol darbesiyle yere indirme alışkanlığım olduğu için beni ortadan kaldırmak işlerine gelir. Kimsenin olmadığı ambarlara çağırılmak, sabah koşum sırasında arabayla ezilmek gibi “kaza” niteliği taşıyabilecek şüpheli ölümler kurgularlar. Bir koruyucum olduğundan mı, şansımdan mı bilmiyorum ama hala hayattayım.
Evde boşluğa baktığım zamanlarda düşünüyorum. Ben deli miyim? Gelecek garantisi olmayan bir işim var. Ölüm her gün sırıtarak gözümün içine bakıyor. Hayat sigortam, geriye para bırakabileceğim ailem, vasiyetimi okuyacak avukatım yok. Sonra farkediyorum ki bir aşığın sevgisine benziyor hissim. Ondan korktukça, yanında kalmama nedenlerim arttıkça daha da çok bağlanıyorum. Ölüme çelme taktıkça keyfim yerine geliyor. Her ışık kapandığında bir gün daha bitiyor.