28 Eylül 2007 Cuma

K Dergisi- Inka Parei "Düşler Kurgulanır"

Hareketsiz kalmak en güçlü yanlarımdan biri. Kimi zaman bir metre genişliği zor bulan sarı kenevir serili, uzun ince hortumu andıran koridorumda bir köşeye tünediğim görülür. Perdesiz camlarımdan beni izleyenler varsa bu duruma şaşırmayacaklardır.
Lehniner Sokağı’nda, loş odalı kareyi andıran klasik bir Berlin evinde yaşıyorum. Terkedilmiş binamın çoğu katları yağmalanmış. Karşı komşum Dunken ve ben geriye kalan harabeleriz. Çalışmam. Ailemden kalan bir servetim ya da nafaka gelirim olmadığı düşünülünce nasıl hayatta kaldığımı merak ediyor olmalısınız. Çok kolay, gelirimi idareli kullanıyorum. Para buldukça yemek almak için harcarım. İnanmayacaksınız ama hiç karnım aç dolaşmadım. Zengin olmayı arzu etmem. Bana nerede yaşadıklarını bilmediğim ünlüleri anımsatırlar. Sokakta keyifle yürüyemedikten sonra paralarınızı banka kasasına eklemek ne işe yarar?
Binamız çöpçüler, postacılar ya da polisler tarafından tanınmadığı için yabancı birini gördüğümde ürkerim. Kimse bana bir hot dog getirmek ya da hardal istemek için uğramaz. Ben de gazetelerde olanlarla ya da dünyayı kasıp kavuran fırtınalarla ilgilenmem. Kapım çalmaz, çilingir kilitleri açmak için gelmez. Oldukça sıradan bir hayatın için debelenen bedenimle barıştığımdan beri, doktor da hayat alanımdan eksildi.
Hep aynı. Sabah koyu kahvenin içine düşen bir küpşeker. Öğlen avare sokaklarda yalnız adımlar. Akşam kömüre bulanmış ellerimle çevrilen kitap sayfaları, gece günlerin devamı gibi yaşanan rüyalar. Hayatımın rutinini tek değiştiren dışardaki buldozerlerin sesleri. Artık bişeyleri değiştirmek için bile vakit harcamıyorum.
İyi biri değilim. Beynimden geçen once korkunç düşünce varken herkesi sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Elime bir silah alıp yoldan geçeni ateşe tutmadım ama bunu istemiş olmak bile kötü olmaya yeterli. Her gün yaptıklarımı düşünün mesela. Çöp poşetlerimi, sırf para vermemek için yan binanın torbaları arasına karıştırırım. Bunun için herkesin uyuduğu erken saatleri ya da sarhoşuktan burunlarının ucunu görmeyecekleri cuma günlerini seçerim. Karşı komşumun evine izinsiz girerim. Duyduğum belirsiz bir sesi bahane eder, sessizce odaların içinde süzülürüm. Başka birinin hayatına tecavüz etmek beni mutlu eder. Bu kadar açık konuşmuşken tam olarak içimden geçenleri saklamak gereksiz olur. Etrafta olanları dikizlerim. Çıplak birilerini aramakla, ya da bir cinayete tanık olmakla ilgisi yok. Yaptığım pek çok zararsız kötülüğün tek nedeni biraz heyecan arayışı. Kabul edersiniz bütün gün boş boş dolaşmak bir iş sayılmaz. Biraz eğlenmek için başkalarının hayatlarını kullanmama kızmazsınız sanırım.
Hiç evlenmedim, çocuk evlat edinmedim, aileme ne doğumgünlerinde ne de Noel’de kart yollamadım. Yardıma muhtaç insanlara sadaka vermem, bahşiş bırakmam, kırmızı ışıklarda beklemem, kiliselerin elli metre yakınından bile geçmem. Ağlayan, cüzzamli, sakat ya da kör birini gördüğümde hızla kaçarım. Zayıflıklarla uğraşmak benim işim değil. Bu eksikliklerimden hiçbiri beni şeytanın avukatı yapmaz ama iyi insan mertebesine ulaşmak için daha çok çalışmam gerek. Umrumda değil.
İyiliğimden değil, sıralarda başkalarının önüne geçmememin tek nedeni bol bol vaktimin olması. Bir keresinde Çinli bir kıza sıcak kakao vermek istemiştim. Polis istasyonunda tek başına annesini bekliyordu. Bir hüzün hissi çöktü, onu neşelendirmek için makineye gittim. Son iki markımı da delikten attıktan sonra sıcak suyun bardağa dolmasını izledim. Kıza sevimli görünmeye çalışarak bardağı uzattığımde küçümseyerek baktı bana. Çinliler’in süt içmediğini bilmemek büyük bir suçmuş gibi. Bardaktakinin su olduğunu söyledim ben de. İkna oldu. Sayılı iyilik denemelerimden birinde çuvallamış olmak ilerisi için umut verici olmadı.
Bir kaç zevkim var. Pipo tüttürmek, Berlin’in geniş kaldırımlarında yürümek, Türk “imbis”lerinde satılan beyaz soslu dönerden yemek gibi. Geçenlerde tanıştığım bir İstanbullu burada yediğimiz dönerin nereden geldiğini anlamadığını söyledi. Ben yine de tadını seviyorum.
Hepsinin bir hikayesi var. Yaşlandıkça anlatmaya ihtiyaç duyuyorlar. Yan binada oturan Hintli çift, altmışıncı yıldönümlerini kutladıklarında sırlarını açıkladı. Tarikatlarının gizemli dünyasına doğrudan bakış. Geçmişte bıraktıkları hayata garip bir özlem. Şimdi evlerinden marsala kokuları yükseliyor. Ne kadar deneseler de hardala bulanmış domuz sosisinden benim aldığım zevki tadamıyorlar. Alkolikler bütün günlerini unutarak geçiriyor. Hatırladıkları zamanlarda markette ya da polis istasyonunda oluyorlar. Arada bir, yalnızca kusarak geçirdikleri sabahlarda içkiden nefret ediyorlar. Keşke o anları da hafızalarından silebilseler, bedenlerinde sadece tükeniş kalırdı. Sadece dinleyerek bile onların hikayelerine o kadar çok dahil oluyorum ki.
Kreuzberg’in Gürlitzek İstasyonu çevresindeki bloklarda dolaşırken ikinci sınıf insan muamelesi gören azınlık halklarına yakın hissediyorum kendimi. Derimin rengine uyum sağlayamayan bir düşünce sistemim var. Özgürlükleri için durmadan savaşmak zorunda kalan bu tembel halk ilgimi çekiyor. Kendimi yakalamak için sorumluluklardan vazgeçen beni anımsatıyorlar.
Çok sıkıcı. Politika, sokaklardaki protestolar, Madonna için kendini paramparça eden hayran kitlesi, otobanda yarışan arabalar. Bir anlık zevklerle tatmin olan insanlar macerayı teğet geçiyor. Ben sabah antremanlarımda bile daha fazla heyecan yaşıyorum. Taşradan gelen insanlar memleketlerine düşmanca bakıyorlar. Şehirlilerse bütün bir çocukluğun tiksintisinin üzerine yükleyemeyeceği kadar çok izlenim, değişiklik ve trafikle mücadele ediyor. Ben onları hızlı adımlarından tanıyorum.
Daha geçen gün tanımadığım bir adamla seviştim. Adını sordum. Çok kısık sesle cevapladı beni. Yeniden tekrarlamasını bile istemedim. Bedenimin bütün kıvrımlarını tanımış olan birinin kim olduğunu bilmeme fikri hoşuma gitti. Katil olabilirdi, cebindeki silahı çıkarıp paramı ya da bedenimi isteyebilirdi. Param yok, bedenimde az önce onun olmuştu. Bir dahakine de itirazım olmazdı açıkçası. Sevişmenin ardından sessizce ayağa kalkıp bir bardak su içmek istediğini söyledi, bir daha geri gelmedi. İki gün sonra kokusu geçtiğinde bir zamanlar yaşamış olduğunu bile unutmuştum.
Geceleri seviyorum. Rüyalar kahraman olduğum film sahneleri. Birbirlerine karışıyorlar, zamandan kopup korkularımda yaşıyorlar. Bu iyi bir durum. Beni yaşlanmaktan, obezlikten ya da alzheimer vakalarından biri olmaktan koruyor.
Benim günler süren maceralar zannettiğim kurgular bir kaç saat içerisinde tükenip yerini terleme nöbetlerine bıraktığında uyanıyorum. Bazen geleceğin yansımalarını ya da geçmiş hayatımın farkına varamadığım anlarını düşlediğimi sanıyorum.
Yataktayım. Hep böyle başlıyor rüyalar. Sokata gördüğüm bir adam benimle sahneyi paylaşıyor. Yatağıma giriyor, tenime dokunuyor. Tutkuya bulanık şefkatla seviyor beni. Sevişmemiz aylarca sürüyor. Kalktığında canım yanıyor. Sessizlikle başetmeye çalışıyorum. Yemek almaya gidiyor, üzerine giydiği kalın kabanıyla kapının ardında yok oluyor. Çantası başucumda, içinde bulduğum silah ruhumu ürkütüyor. Geri geldiğinde ben, silah ve yatak beraberiz. Beni öldürmesini ya da ağzından dökülecek küfürleri bekliyorum. Suskunluğunu koruyor. Kelimeleri biliyorum.
Ardından mekan değişiyor. Köşede her zaman öğle yemeklerimi yediğim Mirca’nın kafesindeyim. Giyinmiş, aç, sakin. Beynimi zorladığımda, adam hakkında hiçbir anımsama bulamıyorum. Etrafta oturanlar sıradanlığa bulaşmış insanlar. Sigara içen bir adam, uyuklayan bir kadın, kısacık eteğini çekiştirmeye çalışan kız. Dumanın kokusu burnumu gıdıklıyor.
Tam o sırada içeri iki adam giriyor. Geniş omuzlarının üstündeki minicik kafaları Mirca’ya yöneliyor. Adam onları takip ediyor. Bir tür hesaplaşma durumu olduğu kesin. Benden başka kimsenin gözleri kıpırdamıyor. Modern zaman paramızla beraber huzurumuzu da gaspettikten sonra nefes almak anlamsız geliyor. İçeriye atılıyorum, kendimden beklemeyeceğim çevik hareketlerle ilk önce birinci adamı ardından diğerini etkisiz hale getiriyorum. Mirca bedenleri arka bahçeye doğru sürüklüyor. Çorbama kaldığım yerden devem ediyorum. Soğumuş. Mirca önüme yenisini koyuyor. Sessiz anlaşmalar imzalardan daha etkili.
Bütün bu taktikleri bana Wang öğretiyor. Bir Çinli. Pek çoğu gibi atik, çabuk, kararlı. Düşmanımı nefessiz bırakmayı, tehlike anında ellerimin silaha dönüşümünü ve öldürücü darbeleri taklit ediyorum. Bu yeni hareketleri kendimi savunmak için kullanıyorum. Yok etmekten garip bir zevk aldığımı inkar edemem.
Ardından uyanıyorum. Rüya olduğunu ışığın odama doluşuyla farkettiğim hikayeler boşuna beynimi oyalayıp duruyor. Yine hiç dinlenmemişim.
Hareket ettiğim her an ideal kendimin peşinden koşuyorum. Hoşgörü, irade, memnuniyet, tatmin… durakta beni bekliyor. Otobüsüm yeterince dolu, bir dahaki sefere diyerek kendilerine el sallıyorum. Ardımdan gelen otobüse takılırlarsa gidecekleri durağa daha çabuk varabilirler. Ben şehrin gürültüsünü takip eden sokaklar boyunca ilerliyorum. Düşman içimde, olmak istediğim kendimde. Bana olası bir kahramanın süpergüçlerini hatırlatıyor. Dunkin, Hell ya da çevremde gördüğüm başkalarının korkularıma katkısı yok. Ben kendim için yeterince yoğun çalışıyorum.

Düşünmek gözlerimi yoruyor. Yeniden uyuklamaya başlıyorum. Banka soygunları, kovalamaca, çaresizlik içinde ölen bedenler. Macera filmlerinde buluyorum kendimi. Stanley Kubrick yorumlarından biri. Yüzler ve mekanlar zamandan dışlanıyor. Herkes çıplak. Keşke her günü böyle yaşasak.

Hiç yorum yok: