28 Eylül 2007 Cuma

K Dergisi- Milan Kundera: Irena "Hüzün şarkıları"

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünya allak bullaktı. Katliam fotoğraflarını, esir kampları gölgeledi; kanın üzerini toprak örttü, gece ölüleri sakladı. Özgürlüğe giden yolda pek çok gün insanın nutku tutuldu. Savaşın hemen ardından devletler bağımsızlıklarını ilan ederken bazıları da kaderlerine boyun eğmek zorunda kaldı. Umutsuzluk sonsuzlukla buluşmuştu.
Hikaye onlardan birinde, o zamanlar Çekoslavakya olarak bilinen ülkede başladı. Başka bir yerdeki kadının hayatını da anlatıyor olabilirdi, ancak bunun için kaosu yetersiz kalırdı. Onunla yetinmektense belirli bir ailede doğmuş, tek başına korkularını taşıyan çaresiz Irena’yı hedef aldı.
Irena annesiyle büyüdü. Babasına dair hiçbir ipucu yoktu. Anne zamanını aynalarla geçirirdi. Irena evde dolaşan bir kedi ya da odadaki hayalet olarak büyüdü. Anne her sabah kahvaltıdan sonra Irena’yı aşağıladı. Sıradan basit insanlar gibi değil, soylu, burnu büyükler gibi. Önce zayıf bedenini inceledi, iri olmayan göğüsleri, şehvetten uzak dudakları, cılız saçları. Hiçbiri yeterince iyi değildi. Ardından pısırık ruhu hedef oldu, mermiler acımasızdı.
Anne eve getirdiği adamları salonda ağırladı, biten şişelere yüksek kahkahalar eşlik etti. Irena gelişmekte olan bedenini adamların arsız bakışlarından korumak için gizlice eve girmeye çabaladı. Annesi onu ifşa etti. Irena’nın sessizlikleri yatağını kapladı.
Genç bir kadın olmaya hazır olduğunda Irena oğlanlarla ilgilendi. Kısa bakışmalar Irena’nın kalbinde kelebekler uçuşturdu. Annesi bu titrek sevgi anlarını sabote etmek için de oradaydı. Irena’ya aşık asaletiyle etkiledi. Kızını bir zavallıya dönüştürdü. Annesi bunu kötülüğünden yapmış değildi, daha şanslı bir dönemde doğma lüksüne sahip kızını kıskanmıştı sadece.
Irena annesiyle hiç kavga etmedi. Sustu, bekledi, kabullendi. Yirmi yaşına geldiğinde kendisinden yaşça büyük Martin’le evlendirildi. Kimse onun ruhunda patlayan bombalarla ilgilenmedi. Irena bitmeyen işkenceden kurtulmanın yolunu Martin’le yeni bir hayat kurarak yakalamak istedi. Martin zengin bir adamdı. Irena’yla uzaklaşan gençliğine geri dönebilmek için evlendiğini kimseden saklamadı. Evliliklerinin hemen ardından Irena hamile kaldı. Bir çocuk hem kadını hem de kocasını mutlu etti. Irena Martin’i hiç aldatmadı, beraberlikleri boyunca ona sadık kaldı.
Irena ikinci çocuğuna hamile kaldığında yıl 1969’du. Ruslar beş yüz bin askerle Çekoslavakya’ya yerleşmiş, ülkeyi esir almıştı. Prag Baharı bitti. Nefes alacak güçleri kalmayan Martin ve Irena çocuklarıyla beraber Fransa’ya iltica etti. Paralarının ve mülklerinin tümüne komünist rejim tarafından el koyuldu. Özgürlükleri için sattıklarından asla pişman olmadılar. Ne kadar korkunç olursa olsun faşist bir diktatörlük, diktatörüyle beraber ortadan kalkacaktı, bu yüzden insanlar umutlarını koruyabildiler. Buna karşılık uçsuz bucaksız Rus İmparatorluğu’na dayanan komünizm, Maceristan için çıkışı olmayan bir tüne oldul. Diktatörler yıkılabilir, Rusya ebedidir. Terk ettikleri ülkenin felaketi hiçbir çıkışının olmayışındaydı.
Yeni bir hayat başlamak çok zordu. İki kişilik hapishane, etrafına korkuyla bakan bir kadın, evden uzaktaki adam ve kayıp zaman çocukları. Gülümseyişler gün geçtikçe azaldı, yerini endişe aldı. Geleceğe duyulan korku dolu umut duygusu. Kimi zaman Paris Metrosu’nda giderken peronda bekleyenlerden birini lise arkadaşı sandı, bazense çimlerin altında uzandığı bir günde Prag’da olduğunu umarak uyandı.
Ardından huzur geldi. Yabancı ülkedeki serseriler olmak, geçmişten arınmış kimlik, gökyüzü. Irena kaçmış olduğü ülkesini her gün daha az hatırladı. Sonunda iki düş birbirine karıştı. Anılar dostlar arasında defalarca ve tekrar tekrar anılmadıkça uçup gitti.
Mutluluk günlerinde Martin hastalandı. Irena bu süpriz karşısında ağlayamadı. Hayatı ona sunulmuş olduğu gibi kederle kabul etti. Martin’in ölümünden sonra çabaladı. Çocukları ona bağımlıydı. Yaşamak için temizlikçilik, zengin bir felçliye bakıcılık, tezgahtarlık yaptı. Utanç duymadı, asla başını eğerek dolaşmadı. En sonunda Rusça’dan Fransızca’ya çeviriler yapan bir yayınevinde iş bulduğunda şansın bir kez daha ona imkan tanıdığına inandı.
Irena dost canlısı, koket ve şirindi. Bir adamın ondan etkilenmemesi için aptal olması gerekirdi. Kızları büyüyüp yeniden kendi başına kaldığında Gustave onu tavlamak için çok zorlanmadı. Ah ne kadar da tanıdık bir mutluluktu! Şefkatli dokunuşlar, aynı ses tonu, Irena bir kez daha aşkla değil, güvenle başladı ilişkisine. Gustaf büyük kızı için bir ev satın aldı, küçüğünün İngiltere’de yatılı okuması için gerekli her türlü maddi yardımda bulundu. Irena artık yalnız olduğuna göre onu yatağına kabul edebillirdi.
1989’da komünist rejim sonunu ilan ettiğinde, Çekoslavakya bağımsızlığını kazandı. Çek Cumhuriyeti olarak yaşamaya devam edecek devlet kendi kurallarıni kurmakta özgürdü. Kaçakların vatanlarına dönmelerine izin verildi.
Herkes Irena’ya sorular sordu, ülkesinde olanlar hakkında, eski evi, diğer yaşantısı, bilmedikleri kimliğı hakkında. Kimse onu dinlemedi. Irena’nın hayatının tek gerçekliğinin Paris şehri olduğuna, Prag’da kalmış olanın onun tanımadığı bir ideal olduğuna hiçbiri inanmadı.
Gustaf şirketini bahane ederek Prag’da bir ev satın aldı. “Gitmen için değil, sana ne kadar değer verdiğimi bilmen için” dedi Irena’ya. Irena sabırla sustu. Sonra bir gün merak ve pişmanlık üstüste bindi. Uçağa atlayıp Gustaf’ın kollarına hareket etmeye karar verdi. Bunu kendisinden beklenenleri karşılamak ya da içindeki nefreti kusmak için yaptı.
Havaalanın’da iki önemli şey oldu. İlki uzun yıllardır ilk kez etrafında Çekçe konuşan bir kalabalık birikmesiydi. Irena’yı savunmasız yakaladı. İkincisi, pencerenin kenarında oturan adamdı. Ellilerin sonlarında, iyi giyimli bu adam gençlik yıllarında Martin’le ilk evlendiği zamanlarda Prag’da bir barda tanıştığı gençti. Beklemediği bir anda tutku şehvete bulanarak geldi.Irena Josef’i havaalanında gördüğü zaman geçmişteki maceralarının her ayrıntısını hatırladı. Joseph hiçbir şey anımsamadı. Daha ilk saniyeden itibaren karşılaşmaları haksız ve isyan ettirici bir eşitsizlik üzerine kurulmuştu.
Uçakta konuştular. Ara ara. Irena yalnız kaldığı zamanlarda adam aklınıı kurcaladı. Josef yalnızca uyudu. Fransa’dan gelen Irena ve Danimarkalı Josef. Birbirlerine isimlerini tekrarlamadan anlaşıyor olmanın tatminini yaşadılar. Kadın adamı terk ederken bir dahaki buluşmanın planlarını yapıyor, üzerine giyeceği kıyafetten, yanına alacağı çantaya kadar görüntüsünü kurguluyordu. Irena hayatını tek bir anına odaklanmış geleceği biçimlendirirken, Josef ülkesine dönmenin bulantısını hissediyordu.Prag havaalanından çıkarken Irena ve Josef birbirlerine görüşmek üzere söz verdiler.
Irena’nın İlk gözüne çarpan dildeki değişimler oldu. Sözcükler daha yavşak, vurgular daha kısa, armonisi bozulmuş yeni bir Çekçe vardı. Yaşam şekli ilk kez konuşmalarda kendini gösterdi. Taksiciye verdiği para, ağaçların rengi, asvaltın eğimi, sokakların genişliği, her şey zaman içinde özerkliğini ilan etmiş, başkaları tarafından yapıştırılan etiketlerden sıyrılmıştı. Daha döndüğü ilk anda aşağılık, güçsüzlük, bağımlılık duyguları yeniden omuzlarına çöktü.
Annesinin evine gidişi ikinci travma anı oldu. Kapı aralandı, anne cüretkar bedeniyle onu içeri aldı. Gustaf heyecan içerisinde kollarına atladı. Artık kendisinin olmayan evden, izlerinin kalmamış olduğu odasına çıkarıldı. Biraz kestirdi, Gustaf yanında uzandı. Akşam yemeği her zamanki gibi bencil annesinin hikayeleriyle tükendi. Yıllar insanlar üzerinde büyük değişimler yaratmadı.
Ertesi gün Irena bıkkın bedenini sokaklarda dolaşmaya zorladı. Cafelerdeki gençler ona New York ya da Paris sokaklarındakilerden daha farklı görünmedi. Akşamüstü gençlik günlerinin geçmiş olduğu barda arkadaşlarıyla buluşmak için sözleşti. Ayakları oraya gitmeye direndi. Reddedilen ve terk edilen öteki hayatlar onu daima hazır bekliyormuş, sığındıkları köşeden onu izliyorlarmış gibi hissetti.
Barda saat yedi sularında ilk içkiler ısmarlandı. Bira. Güzelim Bordeaux şarabına tercih ettikleri, beş dakika içerisinde ısınan bira. Irena utancını ve uzaklığını gizlemek için bira ısmarladı. Minik yudumlarla içmeyi denedi. Midesindeki tiksinti hissinden kurtulamadı. Hiçkimse ona Paris, kocasının ölümü ya da kızları hakkında sorular sormadı. Irena huzursuzca gülümsemeye çalışarak aralarında oturdu. Nostalji doyurulamamış dönüş arzusundan kaynaklanan bir kederdi. Dönmesinin ardından geçen yirmi dört saat içinde bulantı başladı.
İçkiler devam ettikçe kimisi geri dönüşüne bir anlam vermediğini ititraf etti, bazısı Irena aralarında değilmiş gibi davrandı. Matilda haricinde kimse onun olası hissleriyle ilgilenmedi. İki kadın barın tenha bir köşesinde konuştu. Geçmişe, korkulara, ölüme dair. Irena kendine mekanın içinde kaçışlar aradı. Ertesi gün buluşacağı gizemli Josef’i düşündü
Gece ağladığında kalktı, barın önünde oyalanmakta olan taksilerden birine işaret etti. Yol boyunca, geçen zaman, kalp sızısı, anımsamalar üzerine hayaller kurdu. Eve vardığında bedeni kafasını taşıyamayacak kadar yogundu.
Ertesi gün Irena Josef’le buluşmanın heyecanıyla güne başladı. Kahve içmedi, Gustaf’ın horlamasından dinlenememiş bedenini küvetin içine attı. Öğle yemeği vaktine yakın cüretkar ama bir o kadar kapalı elbiselerinden birinin içine süzüldü. Ayakkabılarını seçerken renk uyumundan fazla bir şeyle ilgilenmedi. Hafif bir makyaj yeterli oldu. Irena otele önce vardı. Barda oturup adamın gelişini bekledi. Joseph tam vaktinde salondan içeri girerek ona doğru ilerledi. Irena’nın kalbi vites arttırdı.
Her şey yolundaydı. Şarap, yemeğin tadı, tanışma anının büyüsü. Irena geçmişte kalmış bu adamın hayatına yeniden girişini kutlarken, Josef biraz sonra paylaşacakları sevişmenin şehvetini yaşamaktaydı.
İçkiler bittiğinde Irena Josef’i yukarıya davet etti. Tutkunun ilk aşaması asansörde başladı. Josef ellerini kadının bedeninin kıvrımlarında dolaştırdı. Yabancı bir elin dokunuşu Irena’nın esaretine son verdi. Irena’nın kafasında alkolün iki rolü vardı. Fantezilerini özgür kılıyor, cüretini cesaretlendiriyor, cinselliğini arttırıyor aynı zamanda belleğini perdeliyordu. Vahşice şehvetle sevişiyor, aynı zamanda unutuşun perdesi her şeyi siliyordu. Ne sevişme sırasında ne de ardından Gustaf’a karşı herhangi bir aidiet duymadı. Artık ruhunun ait olduğu adamın yanında mutlu olduğunu düşledi.
Bu ilk aldanışı değildi. Yanında yatan adama baktı. Uzak görünüyordu. Şüphe tohumları beyninde yeşermeye başladı. Adamın sevişirken bile kendisine bakmamış olduğunu farkettiği an gerçekle karşılaştı.
“Adımı söyle” dedi. Josef panikle ona döndü. Irena üsteledi. Joseph’in suskunluğu bütün cevaplardan daha zordu. Biriyle karıştırmış, rüyalarının kadını karşısına çıktığında kendinden geçmiş, çocukluk aşkı zannetmiş olabilirdi. Oysa Joseph susarak, ona bayağılığını, günahkar bedeninde yok olan kimliğini, sindirdiği acılarını hatırlattı. Irena hıçkırıklar arasında geçmişine ağladı. Josef sigarasına uzandı.
Josef Irena’yı terketmekte zorlanmadı. Sessizce giyindi, bir daha görmeyeceği kadına son kez bakıp kapıyı ardından kapadı Irena adamın gidişini duydu. Gözyaşlarını yatağa gömdü.
Irena odayı akşamüstüne doğru terketti. Resepsiyondakilerin fısıldaşmalarına aldırmadı. Metro içinde kaybolmak istedi. Geçmişle gelecek arasında sıkışan şimdinin hüznünü hissetti. Altı durak ve yüzlerce insan gördü. Hiçbirini bir sonraki istasyonda anımsamadı. Uzun zamandan beri ilk kez eve dönüyor olmak ona yaşama gücü verdi. Yeni bir kimlikle sıradan bir hayata başlama hevesine kapıldı. Ne kendi yataklarında annesiyle sevişen Gustaf ne de ölümden kaçmaya çalışan annesi kalbini parçalamadı. Yılların neleri değiştirdiğini düşündüğünde, sadece ondan aldıklarını hatırlayabildi. Sessizlikte hüznün şarkıları çaldı.

Hiç yorum yok: