11 Ocak 2008 Cuma

Elisabeth Peters: Bozuk saat ritminde… -K-

Aslında arkeolog olmak istemiştim. Tarihi çok severim. Ama babam para kazanmak istiyorsam bu saçma fikirleri bir kenara bırakmamı ya da zengin bir koca bulmamı söyledi. Tam olarak onun ağzından dökülen kelimeleri kullanacak olursam cümle şöyleydi: “Barbara, toprağın altında altın bulmayı düşlemiyorsan hukuk okumaya ne dersin?” Babam hep mantıklı şeyler söylerdi. Okumaya başlayınca yazar oldum. Bu ikisi ayrılmaz bir çift değil mi?
Gerçek ismim Barbara. Barbara Mertz. Bunu tarih kitapları yazarken kullanırım. Ben insanın her ruh haline uygun başka bir ismi olması gerektiğine inananlardanım. Meraklı olduğum anlarda Elisabeth, düşünceli günler için Barbara. Belki ağladığım zamanlarda beni Nancy diye çağırmalısınız. Hayatıma giren her adam için yeni bir ismim olsaydı, geçmişin ağırlığından daha çabuk kurtulurdum. Yasalar izin vermiyor. Betsy, Liz, Barb diye çağrılmaktansa üç ayrı kitap serisi yazdım. Ve herbirinde ismimi değiştirdim. Bulmaca çözmeyi sevdiğimden olsa gerek.
Neden polisiye? Merak. Elbette. İllinois'in küçük kasabasında yapacak daha iyi bir işim yoktu. Sokaktan geçenlerin hayatlarını kurgulamak, adım seslerinden profilleri çıkarmaya çalışmak, ve sabahki kahve kokusu. Günlerim monotonluğu kırmak için hayallere dalmakla geçti. On sekiz yaşıma geldiğimde sabah altıda kalkıp ocağın küllerini temizleyen bir kadın olabilirdim. Annem buna engel oldu. Neden bahsettiğini anlamasam da, Mark Twain, Shakespeare, Edgar Rice Burroughs, Dracula kitaplarını elime tutuşturdu. Günlerin kısalması hoşuma gitmişti. Büyümeyi beklemek yerine kelimeleri keşfetmek hayatımı kurtardı. Dokuz yaşımda Chicago'ya taşındık. Trafik, yüksek binalar, bahçesiz evler ve apartman boşluğu. Mahkemede sadece doğruyu söylememek için yemin edecek olsam, sessizliğin katledilişine tanık olurdum. Buldozerler, korna sesleri ve çığlıklar, uykumda bile beni huzursuz etmeyi başardılar. Sabahları sessizlikle dolu bir yer arıyordum. Bu yüzden kütüphaneyi seçtim. İlk başlarda yalnızca huzuru bulmak için. Kapıdan içeri girdiğimde adımların bile müziğini dinleyebildim. Köşede küçük bir bölme seçtim kendime, pencereden baktığımda dışarıyı görebileceğim. İlk oturduğumda sandalye soğuktu, zamanla bana alıştı. Yüzbinlerce kitap. Hepsini okumaya adasam ömrümü, yıllarım yetmez. Bu yüzden kataloglarda ismini sevdiğim, ya da raflarda duruşunu beğendiklerimi seçtim. Diğerlerine haksızlık ettiğimin farkındayım. Umarım onları seven başkalarını bulmuşlardır.
Annem önemli bulduğu kitapları benim de okumam için saklardı. Yüzünde gülümseme ve ilk sayfaya yazdığı notla komidinin üzerine bırakırdı. Hepsini okur, sevdiğim cümlelerin altını çizer, yanlarına düşüncelerimi yazardım. Her zaman kurşun kalemle. Ama ben onun gibi olamadım. Sevdiklerimi başkasıyla paylaşamadım. Kütüphanede kimsenin bilmediği bir kitaba ulaştığımda, sayfasını aralayıp üzerinde çıkış tarihi damgasını bulmadığımda, sıkı sıkı bağlanırdım ona. Titreyerek çevirirdim sayfalarını. Sonra çok arkalara, sadece benim bildiğim bir yere saklardım. O an bir bekleyenim vardı artık. Sonsuza kadar.
Çok okudum. Sayısını aklımda tutamayacağım kadar çok. İlki Edgar Allan Poe’nun Annabel Lee şiiriydi. Annem ailemizin hayatındaki yerini anlattıktan sonra pahalı bir baskısını hediye etmişti bana. Sonraki kitaplar Annabel Lee’nin yerini alamadı. O ilk aşkımdı. Aşka inanmamı sağladı. Beynimi kelimelerle tıka basa doyurduktan sonra, elime geçen kağıt parçalarına hislerimi akıttım. Bütün kadınlar gibi parçalanmış kalbimi ya da söyleyemediğim yalanları karaladı kalemim. Sonra düşünceler, parçalanmakta olan dünyaya ya da cahilliğe dair. Hiçbiri bir deneme olmadı. Tarih dersleri arasında sıkıştırdığım yaratıcı edebiyat saatlerinde mutluluğun yolunu aradım yalnızca. Her sayfa ruhumda dinginleşen bir hüsranın kanıtıydı.
Bir gün edebiyat öğretmenim geçen derste okuduğum iki satırlık şiirin kime ait olduğunu sordu. “Charles’ın dedim. Ben yazdım ama onun için.” Bana inanmadı zannedersem, şiirimin okul dergisinde yayınlaması iki hafta aldı. Sonradan birkaç yerde araştırma yaptığını anlattı. Böylesi ustaca bir kalemin gerçekliğine inanmak istememiş. Lise bittiğinde başkalarının inandığı ama benim umrumda olmayan bir yeteneğim vardı. Hayallerime yetişmek için Chicago Üniversitesi’nde Mısır Kültürü derslerine başladım. Babam üzüntüye karışmış bir alayla baktı bana. Annem okul harcamalarıma yardımcı olabilmek için yeniden öğretmenliğe başladı.
Kimi zaman tüketmeniz gerekir. Olmayacağını bildiğiniz aşkları bile. Benim arkeolog olamayacağımı anlamam dört yılımı aldı. Tembellik, iradesizlik ya da zaman aşımı…bugün bile nedenlerini anlatmakta güçlük çekiyorum. Yeterince aşık olmadığıma inanmak istiyorum. Ya da başkasına daha çok aşık olmuş olduğuma. İlk evliliğimi yirmi beş yaşımda yaptım. Çok zengin değildi. Sadece beni sevdi. İlk çocuğum evliliğimin birinci yılında dünyaya geldi. Anne olmadan önce kadının toplumdaki yeri hakkında daha radikal fikirlerim vardı. Artık maceralar arasında koşamayacağımı onu kucağıma aldığım gün anladım.
Başımı alıp, görmediğim ülkelerde kaybolmak, uyuşturucu kullanmak ya da arkadaşlarımı doldurduğum evde sabahlara kadar parti yapmak gibi seçenekleri elemek zorunda kaldığımdan sürekli bir yenilik arayışı içindeydim. Bir süre sonra okuyamaz hale geldim. Midemdeki ağrılar her cümlede arttı. Yemeğe fazlasıyla doğmuş ve çatlamak üzere olan bir balık gibi hissettim kendimi. O günlerde polisiyeleri keşfettim. Zeki insanın pembe dizileri. Agatha Christie dördüncü kitabından sonra sıkıntı yarattı.Sherlock Holmes kitaplarınıysa dört kere elden geçirdim. Ne diyeceksiniz? Zevk meselesi. Sonra kendim yazmaya karar verdim. İki nüsha kocamın bile bilmediği bir kasanın içinde ölmeyi bekliyor.
İlk kitabımı ancak Almanya’ya taşınmamızın ardından yayınlatabildim. Çok parlak bir parça değildi ama kendime bir yayınevi ve yetenekli bir editör bulmama yardımcı oldu. Elimdeki kopyalara bakıp, başka bir şey denememi söyledi. Mesela bir tarih romanı. Mısır’ın popüler tarihi üzerine yazdım. Hala tez öğrencilerine büyük katkısı oluyor.
1966 önemli bir yıldır. Polisiye kitabım bu yılın başlarında yayımlandı. Kapağında Barbara Michaels olarak ismimi göreceksiniz. The Master of Blacktowel’da ve bundan sonraki yirmi sekiz kitapta… Çoğunlukla bilimkurguya kayan romanlar bunlar. Bazen rüyaların gerçeğe bulaşmasına izin veriyorum. Bir yirmi sekiz kitapta Elisabeth Peters takma ismiyle raflarda yerini aldı. Polisiye diziler ve Holmes sevenler için. Nedense bunlar hep saha çok sattı.
İstediğinizde her şey bir arada gidebiliyor. Hayatıma bütün sevdiklerimi entegre edip bir plan yaptım. Ofisimi evde kurdum ki oğlumun büyüdüğünü izleyebileyim. Gündüzleri çalıştım, geceleri kocamla beraber şarap içebilmek için. Ve hikayelerimin bir kısmını Mısır’da geçirdim. Yalnızca ona ihanet etmediğimden emin olması için. Tek eksik siyah çaydı. Onsuz da idare etmeyi öğrendim.
Yazar olduğumu kabullenmem yıllarımı aldı. İmza günlerinde şaşkına dönerdim. Biri cevaplayamadığım bir soru sorduğunda ya da resim çektirmek istediğinde kızardığımı anımsıyorum. Şu sürekli öğrenme maratonu yüzünden çok kafam karışırdı. Yaz, oku, iyi bir başlık bul, gündemi takip et, kimsenin bilmediği hikayeler ortaya çıkar,noktalama işaretlerine dikkat et, yeniden oku, daha çok yaz, daha çok yaz, daha çok yaz. Bazen bir gece önce düşündüklerimi anımsayabilmek için kendime notlar yazardım. Kahve ne kadar ayakta durmamıza yardımcı olsa da birkaç beyin hücresini öldürdüğü kesin.
Yıllardır neden geceleri daha yaratıcı olduğumuzu tartışırız. Karanlıkla ilgili olmalı, gündüzün bitmediği yaz akşamlarında ayaklarım daktilonun başına yönelmiyor çünkü. Kesinlikle karanlıktan. Sanki havanın rengi, beynimin içindeki karanlıklara denk düşüyor. Yıldızlar parladıkça ben de kıvılcımlar gibi yükselen cümleler bulabiliyorum. Aydınlığa yakın korkular azalıyor. Tabii sözler de.
Canınız nasıl sıkılıyor anlamıyorum? Her gün keşfedilmeyi bekleyen o kadar çok şey var ki. Şu yeni teknolojik ürünlerden bile bahsetmiyorum. Çiçekler, uzayan çimler, değişmekte olan kelebek ırkı. Bir gün içinde öğrendiklerim gece yorgun yatağa girmeme neden oluyor.
Altı torunum var. Bilgisayarlarındaki birkaç tuşu kullanarak Afrika’daki kabilelerin durumunu bana anlatıyorlar. Hayret, ilgi ve utançla dinliyorum. Bazen elimdeki dikişi bir kenara bırakıp bir fincan çay dolduruyorum, diğer zamanlardaysa biblolarımın tozunu alıyorum. Seksen sekiz yaşımda, on yaşımdaki halimden daha da kaybolmuş hissediyorum. Umarım yüz yaşımı gördüğüm gün bu denge değişmiş olur. Dünyayı terk ederken yenilmiş olma hissiyle ayrılmak istemiyorum.

Hiç yorum yok: