11 Ocak 2008 Cuma

Lilian Jackson Braun: Daktiloyla yazmayı seven dahi -K-

Okumak, detayların ihtişamını tartışmak, bir de arada bir uyandığım rüyaların fragmanlarını başucumdaki deftere yazmak. Sürahinin yanında durur. Altmış yıldır. Hikayelere böyle başladım. Bir hiçlikten. Tam olarak isimlendiremediğim duygular, yaşaması ayıp gelen aşklar bir de tabii ki utanç duygusu. Bunlar olmasaydı, ansiklopedilerde ismimin yanına Amerikalı yazar açıklaması yerleşmesi çok zor olurdu. Öncelikle bilinçaltıma, kimliğim üzerinde uyguladığı baskılar için teşekkür ederim, sonra da kedilerime. Kucağıma kıvrılarak düşüncelerimi planlamama yardımcı oldukları için.
Etrafta özel hayatım hakkında pek konuşmam bilirsiniz. Kitaplarımı okuyanlar iki kedim ve Earl isminde bir kocam olduğunu tahmin etmekte zorlanmayacaklardır. Kitaplarımı hep onlara adarım. Okumamış olanlar için bu bilgiyi yenilemek isterim. Tüm yazdıklarımı hayatımdaki üç adam hakkında. Beni mutlu etmelerinin bedeli
2005’te Detroit News’e, artık zamanımın azaldığını farkettiğim için gerçek yaşımı açıkladım. 92.Bir kere yaşlandıktan sonra yaşınızı saklamanın bir anlamı yoktur. Hala parmaklarım daktiolunun üzerinde hızla gezindiği için geçmişimle gurur duyuyorum. İçmediğim son kadeh şaraplar, yarım söndürdüğüm sigaralar bir de pazar günkü portakal suları. Siz olmasanız toprağın altında çürüyüp gitmiştim.
Earl bana bir kaç kez bilgisayar alma girişiminde bulundu. Boyunun ölçüsünü aldı. Ona ikibinli yıllara ayak uydurma çabasından vazgeçmesini önerdim. Hayatımın kalan yıllarını durmadan bozulan ya da elektriği bittiği için kapanan bir aptal makineye vermeyeceğim. Biz hala filmleri sinemadan izleyen, Marlyn Monroe’nun gerçek bir aktrist, Ray Charles’ın eşsiz müzisyen olduğunu düşünen insanlarız. Benim her gün değişen modalara ayıracak zamanım yok. Şimdi siz gençler gece kulüplerinde beynimi çatlatan müzikler dinliyosunuz diye zavallı pikabımın canını sıkamam.
Bilgisayar nasıl çalışır hiçbir fikrim yok. Bir bilgi edinmek istiyorsam kütüphaneye gider saatlerce raflar arasında dolanırım. Kendime yirmi iki yaşında olmasına rağmen blues gitaristi olan bir yardımcı buldum. Benim dahi olduğumu düşünüyor. Yazılarımı temize geçiriyor, sabah sekizde kapımı çalıyor vebana en sevdiğim Kolombia kahvesinden getiriyor Kağıdın dokusu ve daktilomun sesi olmadan sabah kahvesinin bile tadı çıkmıyor. Sonra yanımda bilgisayarını açıp sessizce çalışmaya başlıyor. Artık yayın evleri e-mail denen yöntemden başkasını kabul etmiyor.
Çalışmaya Detroit’te başladığımda bunlar yoktu. Yalnızca daktilo ve büyük dizgi makineleri. On altı yaşımda Detroit News’de spor sayfaları için şiirler yazardım. Gazeteciliğin nasıl bir güç olduğunu düşünün ve şimdi onu sekizle çarpın. O zamanlar yüzüme yerleşmiş, alaycı gülümsemeyi tahmin edebilirsiniz şimdi. Kabul ediyorum işim kulağa biraz romantik geliyor ama adamlar bayılırdı. Mini eteğimi giyip ön sıralarda oturur, elimdeki deftere notlar alırdım. Arada bir oyuncular yazdıklarıma göz atmak için yanımda oyalanırdı. Hepsi benimle flört ederdi. Eminim hepsi gazeteyi şiirleri kimin için yazdığımı düşleyerek açardı. Koç Dunkins bile.
Amacım sadece bir yerden başlamaktı. Gazeteci olmak istiyorsam bir köşeye ve söylediklerimi önemli kılacak tavırlara ihtiyacım vardı. Bu yüzden on altı yaşında Detroit’li bir kızın yazdıklarıyla insanları etkilemesi daha da önemliydi. Gelecekteki karısıyla tanışmadan önce, bütün kadınlarla sevişmek isteyen adam gibi hissediyordum. Birkaç alışveriş merkezi ve yerel markalar için reklam metinleri yazmaya başladım. Bilirsiniz “Crowley’s’den alışveriş yapın, mutluluğunuz üçe katlansın” “Hershley ile yemekler enfes” “Tapa! Evinizi sağlamlaştırır” gibi demode şeyler. Reklamcılık kapitalizmden sonra hayatımızı esir aldığı için henüz çok gelişmiş laflara gerek yoktu. Bir süre klişelerle ve renki grafiklerle idare ettik.
Evden çalşırdım, daktilomu pencerenim karşısına koyup önce kelimeleri altalta dizer, ardından kendime en güzel gelen düzeni kurardım. Şanslı mı yetenekli mi olduğumu bilmediğim bir şekilde iyi para kazandım. Yazı yazmak bir varoluştu. Önümdeki kağıda saatlerce bakarak ilk cümlenin gelmesini beklediğim günler çok azdır. Biraz abartılı bir yanım var. Çin porselenlerini, bir de kimsenin hoşlanmayacağı türden varaklı tabloları severim. Bin dokuzyüzlerin başlarında doğmuş olmanın melankolik bir şartlanması var. Spor şairliği yaptığım günlerde de, tuvalet açıcısının reklamını yaptığım aylarda da, sanatçı evlerini gezip dekorasyonlarını eleştirdiğim yıllarda da tek bir doğru vardı. Bana gazetelerdeki falları yazmam için para verseler yine aynı uslubu kullanırdım.
1950’lerde evlilik yıllarımın yaklaştığını hissediyordum, bu yüzden beni maratona hazırlaması için uzun süreli sevgilim olarak Detroit Press’i seçtim. Tam otuz yıl başkalarının yazdıklarını düzenlemeye çalışarak, spotlara zeka getirerek, bakışları başlıklara çekmeye çalışarak geçti. Dialar arasında saatler silinirdi. Sadece çarpıcı bir portre bulabilmek için. Siyah beyaz günlerden renkli baskılara geçilmeye başladığında sevgilimi terk ettim. 1978 hayatımın aşkı olan yazarlıkla tanıştığım tarihtir. O günden beri onu aldatmadım.
İlk kez Jim Qwilleran’ın maceralarını yazmaya başladığımda Earl biraz kıskandı. Her karakterin hayatımızda gördüğümüz, şehvet duyduğumuz ya da sustuğumuz birinin yansıması olduğuna inandığından aylarca her fırsatta beni mutsuz etmeyi başardı. Kahvaltıya oturduğumuzda “Peki bu Jim’le ne zaman tanıştın?” diye sorardı, ya da tam yatmaya hazırlanırken “dün gece rüyanda Jim’I gördün mü?” derdi. Önceleri gülümsesem de, dört ayın sonunda kocamı ciddiye almam gerektiğini farkettim.
Orta yaşlı, gazeteci ve kedi tutkunu olması yetmezmiş gibi bir de şapkaları olan düşkünlüğüyle tanıyacağınız Qwilleran büyük bir konağın üst katındaki odasında bekar hayatı yaşardı. Yemek ancak başkası yaptığında ve de gazetenin lokalinde önüne servis yapıldığında yer, genellikle bir bardak şarap ya da viskiyi sakince içerdi. Daily Fluxon isimli gazetede sanat eleştirmenliği, futbol yazarlığı kimi zaman da arkasını kovaladığı ilginç şehir hikayelerini yazarak para kazanırdı. Aşağıya bakan bıyıkları karıncalanmaya başlar, bir olayın uzaklarda olmadığını haber veriridi. YumYum ve Koko isimli siyam kedileri kimi zaman kanepenin altına saklanmış bir ipliği açığa çıkarır, başka günlerdeyse sadece yedikleri konservenin tarihini ortada bırakarak, olayın geçtiği kesin dakikaları Qwilleran’a bildirirlerdi. İyi bir ekiplerdi. Qwilleran bunu ciğerlerini tabağa koyarken düşünürdü.
Kedilerin güçleri olup olmadığını sordular bir keresinde. Bizim altıncı hissimiz olduğuna göre hayvanlarınki ondan da güçlü olmalı diye düşünüyorum. Elbette yazdıklarımın hiçbir gerçeklik bağlantısı yok, kendi kedilerimi kaybettiğim bardakların yerine gösterirken de görmüş değilim ama bazen öyle bir bakıyorlar ki, aklımdan geçenleri anladıklarını hissediyorum. Mırıldanarak beni önemsediklerini bildiriyorlar sanki. Yalnızlık hissini üzerimden atıyorum.
Bir gece Jessica Fletcher bölümlerinden birini izlerken Earl’e onu sevdiğimi söyledim. O da “Jim’den daha mı çok?” diye sordu. “Herkesten” dedim, “Koko’dan Yum Yum’dan, Jim’den, kendimden.” Beni kolları arasına alıp tanıdığı en zeki kadın olduğumu söyledi. Ben de ona bir sonraki kitabımda olmasını planladıklarımı anlattım. “Hiçbir zaman düşündüğün gibi bitmez” dedi. “Hep daha iyisi olur.” Biz de öyleydik ve bu bana huzur verdi.
İlk kez New York’a elimde kitabımın ilk baskısıyla gittim. 1966’da. ‘The Cat Who Could Read Backwards’. 1966’da New York Times beni yılın dedektifi ilan etti. Küçük bir şehirden gelme gazeteci kadını New York’un bohem hayatı bile ciddiye aldı. Benim kendimi önemsemememe imkan bırakmadılar. İlk üç kitaptan sonra on sekiz yıl ara verdim 1986’da ‘The Cat Who Saw Red’ yayımlanana kadar evimde oyalanan zavallı kadın olmamak için çalıştım. Bilirsiniz kimileri iki yılda bir roman yazar. Ben aklımdaki hikayeleri toplamak için kendime zaman ayırdım. Biraz uzun sürdü ama değmediğini söyleyemezsiniz. Qwilleran’ı yakından tanımak istedim. Kitaplarda takılmadığı zamanlarda yaptıklarını görmek, hayatındaki önemsiz ayrıntıları çekiştirmek, bir de bu kadar ünden sonra onu biraz dinlenmeye bırakmak. Kahramanları bilirsiniz narsist olmaya meğillilerdir.
86’dan sonra işler rayına girdi. Her yıl bir kitap, kimi yıl aradaki açıkları kapatmak için iki tane. Qwilleran’ın maceralarını izlemek hoşuma gitmeye başladı. Hep bir kitabı bitirdikten sonra ikincisinin hazır beklemesini isterdim. Çok kolay olmadı ama oldu. Geçen yıla kadar yazdığım kitap sayısı yirmi dokuz(en son Penguin’den çıkan The Cat Who Had 60 Whiskers’ı duyduğunuzu düşünmek istiyorum), Qwilleran’ın saçındaki beyaz tel oranı yüzde on iki, Yum Yum ve Koko’nun miskinlikle geçirdiği günler bin sekiz yüz altmış. Bütün bu rakamlar fena sayılmaz. Özellikle doksan dört yaşında daktiloyla yazan bir kadın olduğum düşünülürse.
Koleksiyoncular 1960’larda yazdığım ilk üç kitabın orjinallerine sahipseniz oldukça şanslı olduğunuzu söylüyor. Duyduğuma göre benim servetin kendi kitaplarıma yetmeyebilirmiş. Bundan daha saçma bir şey olamayacağını söyledim. Earl’ün beni terk etmesi pahasına yazdığım kitaplar onlara ayırdığım zamandan daha fazla para ediyor. İşte bu ancak kapitalist düzenin hayali olabilir.
Bir gün uzun bir yürüyüşten sonra Earl’e döndüm “Qwilleran benim” dedim, “şapşal budala, hiç mi anlamadın?” Gülümsedi sevgilim. “Biraz da sensin” dedim “beni öpmeyi unuttuğun anlarda.”

Hiç yorum yok: