11 Ocak 2008 Cuma

Jim Thompson: Şehirli psikopatlar ucuz melodramlar yaşar! -K-

Hayat adil değil. Yeni bir şehirde tanıştığım kadını terk etmek zorunda kaldığımda hep bunu düşünüyorum. Hayat, tüm umutlarımıza rağmen adil değil. On altı yaşımda girdiğim ilk bar tuvaletinin duvarında bunlar yazıyordu. Zaman doğruluğunu kanıtladı.
Obsesif, psikopat, hoyrat, diktatör. İçinizde yalnızca bunlar var. Arada bir çayınıza karışan şefkat tozlarını çok ciddiye almayın. Sonunda sizi terk eden kadını cezalandırma hissizle başbaşa kalıyorsunuz. Vicdan mı yoksa zorbalık mı galip gelecek? İlk raund başlasın.
Kadınlar aklımızdan sadece düzüşme olduğunu sanıyor. Durmadan bir kategoriye sokma ihtiyaçlarından olsa gerek. Sabah kalk sevişmeye başla, duştan sonra iyi bir porno, akşam strip club’da bir yemek, uyumadan önce dergiler arasında kısa tur. Ah, günler hep böyle olsa!
Ona bakıyorum. Sandığınızınaksine gözlerinden aşağıya ilerliyor zihnim. Eller önemli. Kısa ya da tombul parmaklar biraz canımı sıkıyor. Şimdilik idare edebilirim. Tek bir işarete ihtiyacım var. Yanına gidip bir içki ısmarlamak için yerimde zor duruyorum. Gülünç bir gülümseme. Utangaç gibi görünme çabası boşuna. Bütün salonu unutmuş olduğumdan öylesine emin ki. Gerilimi fazla uzatmıyorum. Çok az zaman var.
Sorun sonra başlıyor. Çıplak tenim onunkini tattıktan sonra. Ben doygunlukla şaşkınlık arasında frenlemeye çabalarken, aceleyle giyinmeye karar veriyor. Yorulmuş bedeni yatağımda, şimdi benim olmayan bölgede. Panikle gitmesini isterken “kal” diyiveriyorum birden. Sabah artık yabancıyız.
Birileri bana biraz yavaşlamamı, sakin davranmamı ya da küçük kelimelerle konuşmamı öğütlüyor. Göçmenlerin oturduğu bölgelerde iki tur atmayı, Teksas’a bir uğramayı ya da iyisi mi Kuzey Kore sınırarına girmeleri gerek. Dünya hiçbir zaman yavaşlamıyor, bundan sonra da kalbinin tekleyeceğini sanmıyorum. Stephan King, Cassills, Geoffrz O’Brien... Belki onları okurken daha az önyargılı olmayı başarırsınız. Ya da bana böyle davranmayı. Sırf beni seviyorlar diye.
Şans ve şanssızlık. Özetle hayatın anlamı. Bir keresinde Arizona’da tanıştığım kadın yıllar sonra Alabama’da karşıma çıktı. Kaderci olsaydım elimde bir yüzükle kapısına dikilmem gerekirdi. Sadece bir içki daha ısmarladım ve adını sordum. Hiç tanışmamışız gibi. Şans işte.
Ailem katolik değildi. Oklahama’dan, Teksas’ta büyük şehre taşındık. Tanınmadığımız yerde yeni bir baslangıç diyerek nutuklarına başladı babam. Ben süt kasesinin içine dalıp gitmiş, annem alışveriş listesini yapmaya çalışırken. Yeni hayatımın ilk pazartesi günü eskisinden farklı olmadı.
Sıkıcı okul hayatından kurtulmak için otelde bagaj taşıyıcı olarak işe başladım. Filmlerdeki purolu tiplerden birini andıran patronum “İşimizdeki en önemli şey müşteri memnuniyetidir” dedi. “Onların istediklerini kusursuz yapman ailemiz icin çok önemli. Sana sorulan sorulara eksiksiz cevap ver. Asla bahşiş bekleme, verirlerse kibarca teşekkür ederek kapılarını kapa.” Müşteriler bir bardak portakal suyundan cok daha fazlasını talep ettiler. Uyusturucu satıcılığı hayalimdeki meslek olmabilir ama haftada kazandığım üç yüz dolar, maaşımın yirmi katıysa çok da düşünecek bir şey kalmıyor. Patronlar önce görmezden geldi, ardından avuçlarını açtı. Kendilerine biraz indirim yaptım elbette. En önemlisi müşteri memnuniyeti.
Şu “ben asla kullanmadım” diyen düzenbaylardan biri olmayacağım. Ailevi sorunlar, toplum baskısı ya da aşk fırtınası bahanelerini kullanarak faylasıyla işin içine girdim. Güne doldurulmuş sigara sararak başlayıp, haşlanmış eroinle son verdim. On dokuz yaşıma geldiğimde evin içinde sinir krizleri geçiren bir müptezeldim. Bağımlı olma hissi hoşuma gitmediğinden olsa gerek, oteldeki işi terk ettim. Babamla yağ üretimi yapma işine bulaştık. İş kesattan da beter şekilde battı. Ne denir işte. Şanssızlık. Okula geri döndüm. Belki öğrenecek bir şey vardır diye umarak.
23 yaşımda ilk kitabım James Dillon adıyla raflara yerleşti. Polisteki kayıtlarımdan sonra babam yeni bir başlangıç için başka bir isim önerdi. Jessy James gibi. İsmi sevdim. Üstün yeteneğim Nebraska Üniversitesi’nin “anormal çocuklara” ayırdığı bursu kazanmama neden oldu. Uyuşturucu geçmişim iki yıl sonra üniversiteyi terk edene kadar kimsenin umrunda olmadı. O gün enseme takılan gözlerinde aynı soru vardı.
Yazmaya büyürken başladım. Gördüğüm anların anımsamalarını hafızama yeniden yaşatabilmek için. Farkettim ki klübün önünde geçen kavgayı yazıya dönüştürdüğümde yıllar sonra bile aynı zevki hissedebiliyorum. Sol yumruğunu zenciye saplayan adamın gözlerindeki tiksinti, karşı kaldırımdaki kadının dehşeti, yuvarlanan domatesler, zamanın içinde ufak bir yolculuğa çıkıp beni ziyarete geliyor. Kayba uğramış dakikaları hapisten çalabiliyorum.
Hiçbir roman hayalgücünün kaçamaklarından doğmaz. Ne yazık benimkilerde. Oklahama’da şerif olan babamın maceralarını bir rahip bile kitaba çevirebilirdi. Ben biraz süsleyip de size aktardım, yazar sandınız. Ya da gazeteler. İşte tam bir kurgu cenneti. Her gün cinnet geçiren kaç adamın karısını doğradığını, kaç kadının kıskançlıkla bir diğerini yaktığı ya da kaç çocuğun bir anlık öfkeyle en yakın arkadaşını patakladığını görseniz şaşarsınız. Ben okumaya başladığım anda hikayenin tüm aşamaları hafızamda tükendi. Babam çoktan damgayı yemiş, bavullar toplanmıştı. Evet bana sorarsanız babam bir senatör olmalıydı. Ve yine evet, zimmetine para geçirmekten işine son verildi. Onu zavallı adam olarak görmektense kahraman yapmayı tercih ederim. Tüm kahramanlar iyi adam rolünü kapsaydı, kim kurtulacaktı?
Yirmi beş yaşımda evlendim, yirmi altıda oğlum dünyaya geldi. otuzuma gelmeden az önce Komunist Parti’ye katıldım, otuz ikide onu da bıraktım. İki savaş arasındaki tüm bu çalkantılarım gelecekten umut arama denemelerim yüzünden başıma geldi. Pişman değilim ama farklı olabilirdim. Yalnızlığa böylesine aşık olacağımı bilsem anlık kararların arkasına takılmak yerine odamı boyamaya ya da yeni bir kitap için uğraşmaya vakit ayırabilirdim. Neyse ki Alberta bütün ailesinin karşısında elimi tutucak kadar kararlı bir kadındı. Yanımdan hiç ayrılmadı.
Yaşadığım tüm süprizler yeni kitapların hikayeleri oldu. Savaş uçakları yapan fabrikada çalıştığım bir sabah FBI ajanları mafyadan farksız tavırlarıyla işyerime gelerek etrafımdaki herkesi korkutmayı başardı. O gün kimilerince konuşulmaması gereken tehlikeli adam, diğerleri tarafındansa müthiş stand-upçı Jim olarak mimlendim. 1942’de çıkan “Now and On Earth” kitabımda bu olayın tarihçesiyle karşılaşmanız mümkün.
Kendime polisiyenin pembe dizicisi dediğim zamanlar çok oldu. Gazetelerde okuduğum acıklı hikayeleri insanlara pazarlamaktan suçlu bulunabilirdim. Ucuz atlatım. Arnold Hanno hayatımı kurtardı. Lion Yayınevi’nde kitaplarıma birkaç raf bağışlandı. Bu benzeri bulunamaz adamdan çok şey öğrendim. “The Killer İnside Me” Ulusal Kitap Ödülü’ne layık görüldüyse yalnızca kendi sırtımı sıvazlamam büyük haksızlık olurdu.
Hayatta nefretle hatırladığım tek bir herif var. Stanley Kubrick denen pislik. Onun hakkındaki gerçekleri, sırf yetenekli olduğu için görmek istemeyenlerden de, en az o kurnaz, ikiyüzlü kancık kadar nefret ediyorum. Ve bu nefretin tek bir nedeni var: Yazdıklarımı kullanarak kendine ün yarattı. Belki de zeki olan odur. Beni bir böcek gibi ezmeyi başardığı için. The Killing filminin bütün senaryosunu bana yazdırdıktan sonra filmin galasına davet edildim. Dehşet güzel bir başyapıttı. Yalnızca kredilerde kendimi kimi diyaloglara ilham veren yazar olarak okudum. Mekanı derhal terk ettim ve önüme gelen herkese o düzenbazın yaptıklarını anlattım. Lanet olsun o ihtiyar çok akıllı. Bir gün elinde koca bir şişe konyakla kapımı çaldı. “Paths of Glory” ve “Lunatic at Large” filmlerinin senaryolarını anlattığı anda ona koca bir yumruk savurdum ve sağlığına şerek kaldırdım. “Lunatic at Large” için yazdığım senaryo esrarengiz bir şekilde ortadan kayboldu. Zannedersem benim ölümümden otuz yıl sonra ortaya çıkmış. Çekilecek olursa cehenneme bir kopya yollarsınız. Jim Thompson, yardımcı senarist. Artık bu işe alıştım sanırım. Kimleri meşhur olmak için doğar, bazını da benim gibi dibini görmek için. Hangimizin hayatı daha anlamlı sanki?
İş, yemek. Iş. Para. Fatura. Kira. İhtiyaç. Şu kelimelerin hepsini biraz uzağa fırlatabilmek için ne olsa yaptım. Televizyon praogramı akışları, insanları ağlatacak patetik hikayeler, satmayan boktan kitaplar. Robert Redford beni asla vizyona girmeyecek bir filmin senaryosunu yazmam için kiraladı. Tam 10000 papel. Ev kirası, güzel bir restoranda akşam yemeği, yılbaşı hediyeleri. Birkaç günlük çalışma hepsini ödedi. Paramı aldıktan sonra da benim için önemi yok.
Ben yaşadım, sizin gibi hayatta kalmaya çalışmadım. Dibine kadar içtim, sigara paketlerini asla yarım bırakmadım, çakmakların gazları bitmeden kaybetmedim. Sağlıklı diyet reçeteleri arasında kaybolup da kafasına beton düşerek ölen insanlardan biri olmamak için çaba gösterdim. Karıma hep şöyle dedim. “Sakın yazdıklarımı yakmaya kalkma. Ben öldükten çok sonra seni zengin edecek. Hep doğru zamanı bekle, her yıl bir sayfa saçlarını, iki paragraf tırnaklarını yaptırmaya yetecektir. Kimbilir bir kitap bittiğinde petrol kralıyla bile evlenebilirsin.” Haklı çıkmış olmaktan garip bir zevk alıyorum. İkibinli yıllarda en çok okunanlar listelerinde yükseklere ilerledim.
Tehlike ve yasak. Çilek ve çikolata, şarap ve peynir gibi vazgeçilemez bir ikili. Onları asla yarı yolda bırakmadım. 71 yaşımda beynime felç indi. Şans işte. Severek yaşadım, severek öldüm.