11 Ocak 2008 Cuma

Françoise Sagan: Hep kendi yanıma!

Eskiden soyadım Quoirez’di. Onu ait olmadığım bir hayatın hatıralarında bıraktım. Ben her gün kelimeler arasında yarattığım insanım.
Erkek doğmayı istediğim günler oldu. Hayat kolay olurdu. Giydiklerime daha az özen göstersem, sabah duş yapmadan evden çıksam, ya da renkleri farklı çoraplarla dolaşsam kimse arkamdan konuşmazdı. Özgür olabilirdim. Olduğum insanla sürekli tartışmak zorunda kalmazdım. Ama bir kadınım ve bunla yaşamayı da zamanla öğrendim.
Çoğunlukla mutluyum. Pantalon giymekten sıkılınca askıdan bir etek çekerim, gözlerimin buğusunu ortaya çıkarmak için kalem sürerim. Kısa boylu değilim ama arada bir topuklu ayakkabılar yürüyüşümü değiştiriyor.
Bir erkeğe benziyorum aslında. Yüzüme baksanıza. Sert hatlar, çirkin bir burun, kendinden emin kaşlar. Göğüslerim olmasa eminim bunu yutardınız. Yaratılışım Leonard Cohen’le İngiliz beyefendisi arası bir yerde duraklamış. Sonra nedense kadın olmam gerektiği kararı çıkmış. Söylenmek istemem ama Tanrı varsa saçmalamış. 21 Temmuz 1935’te biraz kafası karışmış.
Annemle babam asla yazar olacağıma inanmadı. Zengindik. Annem fabrikatör bir adam bulup evlenmemi, sergilerde boy göstermemi, kuaföre gidip saçlarımı yaptırmamı önerdi. Babam yakın arkadaşlarının oğullarını işe aldı. Çoğunlukla onlarla dalga geçtim. Kendi kendime. Enerjimi tartışmaktansa kelimelere vermek daha akıllıca oldu. Sonradan gördüm ki duygularımı çığlıklarla harcamak yerine sayfalarla boğmak beni yazar yaptı. Aileme çok şey borçluyum.
Bir aileye ait olmamanın nasıl bir his olduğunu bilenleriniz vardır. Her gün yemeğimi yediğim mutfaktan odama çıkana kadar mideme ağrılar girerdi. Pencerenin kenarında düşler kurardım. İlk kitabımın raflarda olduğu, Proust’un ya da Eluard’ın benim şerefime düzenlenecek partiye gelip elimi sıktığı ve “İyi iş başardın ufaklık!” dedikleri günün hayalini. İlk kitabım “Hoşgeldin Yalnızlık” yayınlandığında on sekiz yaşımdaydım. Kayıp Şeyler Ülkesinde kitabının kahramanlarından birinin adını aldım. Marcel’le tanışmayı başardım.
Ne günlerdi. Bazen annemler tatile gittiğinde, bizim evde toplanırdık. Julie, Paul, Suzette ve Thomas. Sabahtan akşama kadar kafaları çekerdik. Alkolün beyin hücrelerini öldürdüğü söylenir. Bedenlerimizi özgür bıraktığı sürece sorun yok.
Sorbonne’a kabul edildikten iki yıl sonra hemen hemen tüm derslerden kaldığım yaz kitaba başlamıştım. Çok gençtim, param vardı, sefilliği hiç tanımadım. Bu beni daha az önemli yapmadı. Kitabın ilk cümlesine başladığım anda gerçeklere ihanet ettim. Uzun zamandır babama söyleyemediklerimi, sevgilimden sakladıklarımı, beni yatağa atmaya çalışan polis memurunun zavallılığını satırlara sakladım. Yazamasaydım delirmem gerekebilirdi. Gündelik hayatta aklıma takılan o kadar çok soru var ki. Hep şöyle bir hayal kuruyorum. Doğduğum andan öleceğim güne kadar öğrendiklerim hep geriye sayıyor. Yirmili yaşlarda bir bilgin, otuzlarımda zeki, kırklarda ortalama biri olabilirim böylece. İlerisi hep geride.
Ellili yıllarda büyüdüm. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardında. Aşkı keşvettiğimde on beş yaşımdaydım. O duyguyu buldum, ardından hissimi gözleri güzel bir kadına, ya da acınası bir adama yönelttim. Bir adam asla kadının vereceği huzur duygusunu bilemez. Ama erkeklerden vazgeçemeyecek kadar çok sevdim onları.
Bir dönem psikoloğa gittim. Simone ve Jean-Paul birbirlerine iyi geldiklerini iddia etseler de ben denemek istedim. Ruh eşim yoksa, bir doktorum olabilirdi. Baba sorunlarından etkilenen aşk hayatı, boşlukta asılı kalma hissi, tatminsizlik. Beş ya da altı seans sürdü. Bana bir şey öğretmeyen insanlar gibi travma seanslarını da terk ettim. Hep anlık kararlar verdim. Şimdi “İyi ki!” diyorum, “iyi ki yan komşumuz Rose-Marie gibi değilmişim.”
Henüz yetmişlerin modaları başlamamıştı. Sigara sarmak, Beatles dinleyip sokaklara koşmak, bol paçalı pantalonlar ve yuvarlak gözlükler. Ben geleceklerini gördüğümde trençkotumla yağmurdan kaçmaya çalışıyordum. Düşündüklerimle onlara yardım etmiş olmayı umuyorum.
Önceleri yaşadığım hayata duyduğum uzaklığı anlattım kitaplarımda. Paranın getirdiği yalnızlık, kimsenin ilgilenmediği suskunluklar ya da gülümsemeler arkasına gizlenmiş bulantı hissi. Ailemin yanından ayrılmam kaçınılmazdı. Yalan listesinden bir sayı çekip eve dönmekten kurtuldum. Gözlerim kızarmış garaj merdivenlerinden çıkarken şöyle derdim:”Sanırım nezle oluyorum, ya da toza alerjim var.” Annem de her seferinde elinde bir bardak çayla odama girerdi. Bana inanmış gibi yapmaları hepimizin işine geldi.
Helene, Elle dergisinde İtalya’yla ilgili bir yazı yazmam için beni kandırdı. İş çok kolaydı. Tüm yapmam gereken İtalya’yı gezmek ve her hafta birkaç sayfa daktilo kağıdını postalamaktı. Binlerce insanın okuduğu bir dergide adımı görmek devam etme nedenimi verdi.
Her şeyi yaptım. Denemiş olmak için, ya da etrafımdakiler istedi diye de değil. Mutlulukla. Kokain kullandığımda tanımadığım bir gerçeklikte yüzüyor gibi hissederdim. Asid renklerin pantone değerlerini değiştirir, sigara korkunç bir trafiğin ortasında kaldığım anlarda bile huzurlu olmama yardımcı olurdu. Ben olduğum insana dönüşebilmek için hepsine ihtiyaç duydum. Elimde viski şişesiyle kağıtları parçaladığım günlerde bile pişman olmadım. Yaşamam gereken hayat buymuş. Başkasında sirkteki fillere dönerdim.
Ünlü olmaya başladığımda gazeteler yazdı. “Françoise Sagan alkol batağında!” “Françoise Sagan üzerinde kokainle yakalandı.” “Françoise Sagan ve lezbiyen sevgilisinin ilk fotoğrafları.” Yayın direktörlerinden birini arayıp editörlük yapmak istediğimi söyledim. Bu kadar yaratıcılıktan yoksun manşetler atarak keyfimi kaçırdıkları için söylenip durdum.
Bir kitaplık yazarlardan olmadım hiç. Benden bahsedenler de bunu biliyorlar. 1955, 1957. 1961 ve sonrasında hemen her iki yılda bir başyapıt. Başyapıt sözcüğünü kibirimden değil, siz böyle değerlendirdiğiniz için kullanıyorum. Sürekli tabloitlerde boy gösteren bir kadın olmasaydım bunları yazabilir miydim?
Yazmaya yeteneği olan pek çok insan var. Fallar yazarlar, ya da tebrik kartları. Bazısı hukuk bürolarında mahkeme calpleriyle uğraşır, sonra yemek kitabı yazanlar var. Herhangi birine sorsanız yazı yazarak para kazanıyorum deme hakkını kendinde bulacaktır. Peki o zaman Proust için ne dememiz gerekecek? Tanrı mı?
Sanırım 1970 yılıydı. Bir gazeteci yaşımı sordu. Otuz bir. Daha yaşlı olduğumu düşünmüş. “Çocuk starlar gibisiniz,” dedi. “O kadar gençken hayatımıza girdiniz ki sonsuzluktan bir yerden geliyorsunuz gibi. Belki de bundan daha yaşlı olduğunuzu düşündüm.” Hoşuma gitmişti. Otuz bir yıla bu kadar şey sığdırmış olduğum için kendimi bir kadeh burbonla mükafatlandırdım.
O gün de burbon içiyordum. Jazz dinliyorduk. Masaya gelip gidenlerin sayısını tutmadım. Yanımdaki adamın adını da anımsamıyorum. Birden tuvalete gitmek üzere kalktım. Ayaklarım beni kapıya yönlendirdi. Aston-Martin. Ne güzel arabaydı. Direksiyona oturdum, kullanıp kullanamayacağımı sordular. Kendimden çok emin konuşmuş olmalıyım. Görevliler kibarca gülümseyerek kapımı kapadılar. Sonrasını anımsamıyorum. Sarı ışıklar, fren sesi ve hastahane. Ölümden döndüğümü söylediler. Komadan dört ya da beş gün sonra uyanmışım. O günden sonra herşey değişti. Dört ay. Yeniden elimde burbonla jazz dinlemeye başladığımda portakal sularıyla geçen zamanı neye harcadığımdan emin olamadım. İnsan bir kere yaşıyorsa bildiği gibi yaşamalı… Yazmasam yaşayamazdım, ama yaşadığım için yazabiliyorum. Gibi bir cümle…
Cecile. Kızın adı Cecile. Romanımdakinden bahsediyorum ama sonra sinemada görmüş olabilirsiniz. 1954’te Otto filme çekti. Henüz okumadıysanız fazla detay vermek istemem. Zenginlik, sıkıntı ve oyunlar diye özetleyeceğim. Cruel İntentions filmini sevmişseniz, beni de eminim heyecanla okuyacaksınız.
Guy’la evlendiğimde yirmi dokuz yaşımdaydım. O benden yirmi yıl daha tecrübeliydi. Bir yayıncı. Yazarın yayıncıya aşık olmasından daha klişe bir senaryo olabilir mi? Önceleri hoşuma gitmişti. Hayatımı düzenleyecek bir adama ihtiyacım vardı. Ayak uyduramadı. Partilere katılmadı, evdeki şişeleri saklamaya çalıştı. İki yıl sonra boşandık. Aşka inanmaktan vazgeçmedim. Sadece o doğru insan değildi. Bu yüzden Bob’la evlendim. Karikatürler çizerdi bütün gün. Asıl işi bu değildi aslında. Seramiklerin üzerine desenler yaparak para kazanırdı. Onu izlemek hoşuma gitti. Bir oğlan doğurdum. Annelik de bana göre değilmiş. Boşandığımızda ağlamadım. İnsan bildiklerini yaşayabilir sadece. Kalanı filmlerde gözümüzden kaçan detaylar gibi. Aşkı tanıyorum ama verecek kimse yok.
Ayrılmadan birkaç gün önce Bob “yorulmuyor musun?” diye sordu. “Kendim olmaktan mı?” dedim, “yorulsaydım çoktan şakapıma bir silah dayamış olurdum. Ben rahip değilim, Kızılhaçta’da çalışmıyorum. Kimseye örnek olmak gibi bir niyetim de yok. Kendim olduğum için para kazanıyorum. Ve hayır. Soruna cevap vermem gerekirse. Hayır yorulmuyorum.” Bob kahvesine döndü. Bu son konuşmamızdı.
Bunu da başaramdım dediğim anlar oldu. Oğlum ağlarken odasının kapısını çekip çıktığım, tek bir kelime yerine oturmadığı için onlarca sayfayı çöpe attığım, şişmiş gözlerle uyanıp bir önceki geceden nefret ettiğim, saatlerce ağladığım. Ama hepsi geçmişte kaldı işte. Cyril’in umutsuzluğunda, Paul’ün hüznünde ya da Elsa’nın dehşetinde. Yazar olmasam eroinman olabilirdim. Yeteneğim beni ölümden kurtardı.
Hepinizin bildiği şu meşhur vergi borcu sorununu anlatmayayım diyordum ama eminim bu kadar satırı onun için okudunuz. Sekiz yüz otuz sekiz bin eurom var. Bir tür mirasyediyim. Ve evet bu parayı beyan etmedim. Kendime ait birşeyi devlet denen saçma organizmanın bir parçası yapmak istemeim. Hala suçlu olduğumu düşünmüyorum. Daha fazla silah, bomba ya da polis için para vermemişsem bundan size ne? Mahkemeye çıkıp karışık hesaplardan ve anlamadığım para işlerinden bahsetmesi için bir avukat tuttum. Altmış altı yaşımdan sonra hapishaneye girmek fikri hiç hoşuma gitmedi. Kalan yıllarımı sallanan sandalyemde geçirmeyi istedim.
Pek çoğunuzun hoşuna gitmeyen şeyler yaptım. Kokain bulundurmaktan yakalandım, kadınlarla seviştim, para kaçırdım ve de susmadım. Son kitabım olan biyografimi yazdığımda geride kalan otuz kitap vardı. Son ana kadar, hiç yorulmadan yazdım. Siz okumasaydınız ben Françoise olamazdım. Bu yüzden beni merak ettiğiniz için hepinize teşekkür ederim.
Herşeye alıştım. Kimse beni şaşırtmıyor artık. Kendim de. Mitterand ile Kolombiya’da yolculuktayız. Yanımda olması huzur veriyor. Artık tek aradığım bu. 24 Eylül 2004. Bugün ölecekmişim gibi başladım.

Hiç yorum yok: