11 Ocak 2008 Cuma

Ingvar Ambjörnsen: Beynimi Rahat Bırakın! -K-

Daniel Duchamp”
“ Tom Harris”
“ Mike Butzmann”
“ Daha dün annem öldü. Yakılmayı emretmemiş neyse ki. O kokuya nasıl dayanabilirdim kimbilir? Parmaklarımın ucundan saçımın çıktığı noktaya kadar bakacak olursanız 1.82 boyundayım. 32 yaş. Sadece balık ezmesi ve karidesli peynir yerim. Bir de ekmek. Ekmek olmadan balık yemeyi denediniz mi hiç? Mide bulantısından yerinizde duramazsınız. Başbakanımızın koleksiyonunu yapıyorum. Fotoğrafların tabii ki. Yoksa onun parçalanmış vücudunu saklayan bir cani değilim elbette. Neyse ki ölü değil, bu yüzden bana inanacağınızdan şüphem yok. Favorim sörf üzerinde kendini dalgaların hakimiyetine bırakmış olduğu. Yıllardır topladığım albümlerimin ilk sayfasına hep bu pozu yerleştiririm. Gözümün önünden ayrılmasın. Yıllar öncesinin asabi, neşeli, keyifli, korkulu karelerini de elbette koleksiyonuma katıyorum. Birini tanımak için her gününü, uyurken neye benzediğini, yemek yedikten az sonraki mayhoşluğu, sinirli bir anında yakaladığınız gözlerini fotoğraflamaktan daha akıllıca bir şey olamaz. Ama sürekli dönüp baktığım, lastik bir body vücudunun kıvrımlarını kaplarken, sörfün üzerinde eğilerek durduğu. Sadece seksi olduğundan değil, belki de herhangi biri gibi hayattan zevk aldığından. Onu anneme benzetiyorum o anlarda. Annemin hiç olmadığı mutlu kadına. Bu arada Elling. İsmim yani. Beni mutlaka bir şekilde çağırmanız gerekirse bunu kullanın.”
Şimdi anlıyor musunuz birilerini tanıma yanılgısının nereden geldiğini. Sadece isimlerle işleri halledebileceğinizi zannediyorsunuz. O kadar kolay olsa Madonna en yakın arkadaşım diye ortalıkta dolaşıyor olurdum. Biraz daha zeki olmanız gerek. Etrafınızdaki insanlar bunu hakediyor.
Her gün yanımdan geçen kadının adının Anna olduğunu bilmek bana ne kazandırabilir? Bir düşünün. “Anna!” diye bağırıyorum, şaşkınlık içerisinde dönüp bakıyor. Sonra suskunluk. Daha fazla söyleyecek bir şeyim olmadığında ne yapabilirim ki? Oysa ben şöyle sesleniyorum ona: “Anna! Kırmızı eteğinin altına bugün hangi iç çamaşırını giydin? Yoksa şu gri puantiyeli olanlar mı?” Tabii ki beynimin içinden. Bunu sese dökecek olsam biraz ayıp
Yanlış anlamayın. Sapık değilim elbette. Başkalarını izlememin tek bir nedeni var: detaylar ilgimi çekiyor. Kırk bin kişinin birbirinin aynı bloklarda yaşadığı bir yerde otursanız, sizde hayatı biraz da olsun eğlenceli hale getirmek isterdiniz emin olun. Özellikle anneniz öldükten sonra acınızı çıkaracak hiçbir akrabanız yoksa.
Yüzünüzdeki acıma ifadesini silseniz iyi edersiniz. Niyetim sizi korkutmak değil. Gerçekleri kabul etmeden yarın olacaklara müdahale edemezsiniz.
Yıllar önce katolik çocukların gönderildiği bir yaz kampına gitmiştim. Annem hiç dindar değildir bu yüzden aklımı karıştırdı bu durum. Kurallar, yasaklar, öğle uykusu, tatsız yemekler. Kızlara kur yapmayı öğrenecek değildik elbette. Daha iyi insan olmanın inceliklerini dinledim saatlerce. Björn olmadığı zamanlarda hayallerle idare ederdim. Björn başkaydı. Onun sesini duyduğum anda komadan çıkmış bir adam gibi yeniden dahil olurdum hayata. Onun kadar güçlü olmak isterdim. Hayallerimle sınırlı kaldı.
Yeni bir şeyler yapmak istiyordum günlerdir. Saçımı kestirmek, temiz bir gömlek giymek ya da muz yemekten daha yaratıcı. Bir teleskop aldım bugün. Rigemor Jolsen’i tanımak için. Karşı bloğumda yaşayan yaşlıca bir kadın. Her gün çiçeklerine su verir. Yaprakları düşüp, renkleri kahverengiye dönmeye başlasa bile bu huyundan vazgeçmez. Oldum olası prensip sahibi insanları sevmişimdir. Annem de öyleydi. Her akşam bir bardak süt ve dört dilim ekmek. İkisi balıklı, biri peynirli, diğeri salamlı. Hep aynı sırada. Yirmi dokuz yıl boyunca.
Annemin eski odasına yerleştirdim teleskobu. Artık annem burayı kullanamayacağına göre tahtakuruları için saklamama gerek yok. Rigemor odası demeyi uygun buldum, ne de olsa artık onunla buluşmalarım için kullanıyorum. Kanepemi, biraz gıcırdamasına rağmen salondan buraya taşıdım, not defterimi de hemen yanımdaki kahve masasının üzerine bıraktım. Yirmi dört saat burada kalmayacağıma göre yemek ve tuvalet ihtiyaçlarım için pek uğraşmadım.
Artık altmışlarına gelmiş bir kadının rutinini izledim. Günün hangi saatinde alışveriş yaptığını ( on ve on bir arası), nasıl kıyafetleri tercih ettiğini (kapalı, siyah, ucuz), sabah kahvaltısında yediklerini (somonlu yumurta), telefonun ne sıklıkta çaldığını (günde en fazla bir kere) görmek onun hakkında tuttuğum ajandanın içeriğini güçlendirdi. Dokuzdan sonra televizyon, gece bütün ışıkları kapadıktan sonra uyku, sabah erken kalkıp etrafı toparlama, sessizlikle dolu bir sürü gün. Konuşmadan anlaşabiliyor olmamız inanılmaz bir huzur verdi bana. O sevgi nesnesi olduğunu bilmeden yaşamını sürdürdü.
Annem ölene kadar her şey yolundaydı. Şimdi hayat sürekli takılıp duran bir kaset gibi. Her ileri sardığımda bozulmuş şarkılar çalıyor kulağımda. Kendimden çok sıkıldığım zamanlarda başkalarına taşınıyorum. O gün beni kim mutlu edecek gibi görünüyorsa onun odalarına. Rigemor’a biraz kırgınım. Şimdi salonunda oturmuş o fare suratlı kadınla çay içiyor. Biriyle konuşmak için ortak mevzularınızın olması kaçınılmaz. Oysa ben melek yüzlü Rigemor’la sıçana benzeyen arasında bir bağlantı kuramıyorum. Yine mi yanıldım acaba? Hastanede başından geçenleri ya da süpermarkettekileri nasıl kandırdığını anlatıyor olabilir mi ona şimdi?
Bir kocası var mıydı acaba Rigemor’un? Bir zamanlar... Ölmüştü belki de. Ve o iğrenç adam onu fare suratla aldatmıştı. Rigemor şimdi intikam alıyordu. Kurabiyelere koyduğu zehirle temizlemek istiyordu pisliği. Bunu görmekten ne kadar zevk alacağımı farkettim bir an. Hırsızlık zavallı bir suçtu. Cinayet ancak hırslı insanların tekelinde olabilirdi. Önümüzdeki bir saat içinde hiç bir şey değişmedi. Düşündüklerim yüzünden suçluluk duydum.
Bazen, Rigemor ortada görünmediği anlarda, etraftaki dairelere de göz attım. Kimlerle çevrili olduğunu bilmek ona daha yakın olmamı sağladı. Bir evli çift, çocuklu bir kadın, Pakistan’lı olduğunu tahmin ettiğim başka bir adam, karanlık. Kabul ediyorum zamanla hepsi kendi hayatlarına çekmeye çalıştılar beni. Belki biraz gözüm kaymış olabilir ama Rigemor’a ihanet etmedim, bir hırsız olduğunu öğrendiğim güne kadar. Ben Rigemor’u Tanrı’nın yeryüzüne armağanı zannederken, başıma gelenlere bakın! Bir hırsız, hem de süpermarketten ucuz balık çalan cinsinden. O gün hayal kırıklığı beni başka evlerin pencerelerine attı.
Evli çifte gelelim. Sırf siz adını bilmediğinizde ilginizi çekmez diye söylüyorum: Ragnar ve Ellen Lien. Tanışmış oldunuz. Polis memuru adamla, evde oturan karısı; şiddet uygulayan adamla, sessiz karısı; kırmızı şarap içen adamla, beyaz şarap içen karısı. Belki bu bilgiler adlarından daha yardımcı olmuştur dehşet duygumu anlayabilmenize. Bizi korumak için yemin etmiş bir adam en yakınındakine zarar vererek bunu yapacaksa, kendi başımın çaresine bakmam daha uygun.
Sürekli çocuğuyla ilgilenen yalnız anne çok da ilginç olmasa gerek. Onu anlatmadan geçsem kırılmazsınız zannedersem. Bu hikayenin içinde seks, şiddet ya da adi suçlular yok. İnsanlar merak uyandırmayacak hikayelerden hemen sıkılır. Siz de öyle olmalısınız. Hemen sıkılanlardan. Ama çabuk karar verdiniz. Ya size kocası cezaevinde yatan bir katil olduğunu söylesem? Ya da bir tecavüzcü. Şimdi biraz da olsa onun hayatına ilgi duydunuz değil mi? O halde size çok telaşlandırmayayım. Lena Olsen. Memnun olun. Thomas oğlu mu yoksa hayalet kocası mı henüz ben de bilmiyorum.
Diğer dairedeki Pakistanlı olduğuna inandığım adam. Ülkesinden kaçan bir terorist ya da bomba uzmanı? İyi ya da kötü olduğuna inanmak yine sizin bileceğiniz iş. Ben sadece anlatıcıyım, hayalgücünüze müdahale etmek istemem. Evli olup olmadığını bilmiyorum. Dairesinin içinde bir kadına hiç rastlamadım. Sadece adamlar. Bütün gün bir masanın etrafında oturup günlük meseleleri, bu ülkenin ya da vatanlarının durumunu tartışan endüşeli yüzler. Homoseksüel olduklarını zannetmem ama öbür taraftan olmadıklarına dair hiçbir kanıtım yok. Mohammed Khan. Adını söylemeden geçmek istemedim. Duygularınızı ne kadar ciddiye aldığımı farketmişsinizdir..
Hans ve Mari Jespersen. İsimlerinden başka söyleyecek bir şeyim olmadığı için böyle başladım cümleye. Hans ve Mari Jespersen tam iki haftadır yok. Bir zamanlar orada yaşadıklarına dair tek kanıt yavaş yavaş kuruyan çiçekler. Cinslerini söyleyemeyeceğim kadar ölüler.
Bu benim. Benim hayatım, benim yaşadıklarım, benim merakım. Size açık davrandım. Bütün bunları anlatmamış olsaydım, sadece Elling diye hatırlayacaktınız beni. Oysa El, Eli ya da Ling de olabilirdim. Bunlar sadece ismimden türetebildiklerim, bir de şu anda aklıma gelmeyen onlarca takma adı düşünün. Sapık, Balıkçı, Dikiz ya da Oslo. Oslo’da yaşadığımı daha önce söylemiş miydim? Bir de sizin yargılarınızla birleşince ortaya çıkacak onbinlerce kombinasyon var… Oysa şimdi yaşadığım yeri, günlük işlerimi, yalnızlığımı tanımış oldunuz. Bütün bunlar yeterli değilse şimdiden söyleyeyim: bankada beş bin kronum var. Ölmeye bile yetmiyor.

Hiç yorum yok: