11 Ocak 2008 Cuma

Italo Svevo: Yazarlar Biraz Avare Olur -K-

Her gün yazarım. Üç yıldır, sekiz defter iki yüz elli altı sayfa bitirdim. Sayfaları ayrıca saymamın nedeni dosyalayıp bir kutuya kaldırmam. Bazen düşüncelerin ne zaman geleceğini bilemiyorsunuz. Her kağıdın üzerine, sol köşeye tarih ve zaman ekliyorum. Sadece kelimeler değil, duygular da kalsın diye.
Geceleri fikir bulurum. Uykudan uyanım, masama giden yolu zorlukla yürüdükten sonra düşünce kırıntıları ve hisleri bir araya getirip kısa bir paragraf yazmaya çalışırım. Bu genellikle sabah tamamlanacak bir yazının son cümleleri olur.
Başlamak çok zor. Yalnız dolaşan kelimeleri bir araya getirip, idare etmeyi öğrenmek gerekiyor. Bir kez gidecekleri yolu gösterdikten sonra daha önce yazılmış olan sonlarına doğru ilerliyorlar.
Aklıma geleni yazarım. Sokakta ilgimi çeken bir çocuk, ayrılmakta olan bir çift, aşkın acımasız tavırları, sıkıntı, tutku, paranoya. Bazıları yazdıklarımı karamsar buluyor. “İnsanı hüzünlü hissettiren umutlu bir hikaye”. Gerçeklerden ancak bana verdiği zararı yazarak kurtulabiliyorum. O zaman planlar yapmaya şansım oluyor.
Yıllar önce yazdıklarımı bir eleştirmene okutmuştum. Heyecanlı ama yeterince gelişmemiş olduklarını söyledi. Ben bir yazar olmak için hazır değildim. Ona her gün en az üç saat çalıştığımı, kelimelerin yerlerini onlarca kez değiştirip en doğru sırayı yakaladıktan sonra değişmemek üzere kağıda kopyaladığımı anlattım. Kaygıyla yüzüme baktı. Bu kadar uğraşmam gerekiyorsa yazar olmak için uygun değildim.
Bu eşsiz mertebeye ulaşmak için ne gerek? Duygularınızı kurcalayan bir konu, dengesiz ruh hali, asla tükenmeyen bir kalem, yüzlerce sayfa, bir ışık kaynağı . Hepsi önümde duruyor. Hala yazar olamadım.
Yazmak tutkuyla bağlandığım tek şey. Bir kadına aşık olduğumda bunu benden önce defterlerim öğrenir. Ne kadar çok yazabilirsem o kadar platonik bir aşka kapılmış olduğumu farkederim. Onu yazarak tanımak aşkı tanımaya benzer. Bir süre sonra sevilenin adı, yüzü, hissi silinir. Ben hayallerini kurduğum aşkın içinde boğulurum. Bir gün tamamen sessizlikte çalışmayı isterken, ertesi gün kahvede içkimi yudumlarken yazıyorum. Mekan değiştirmek fikir açar.
Yazarken her ne olursa olsun dış etkenleri ruhumu kaparım. Bir keresinde yolun ortasında aklıma gelen bir cümle yüzünden az kalsın ezilecektim. Başka bir seferindeyse, o kadar dalmışım ki bir süre sonra kağıttan masaya taştığımı farkedememişim. Bir de yazar olsaydım başıma gelecekleri düşünün.
Hata ettim. Birkaç kişiye daha okutmalıydım yazdıklarımı. Bana “senden bir halt olmaz” damgası vurulmadan önce en azından on farklı yayınevinin kapısında sabahlamalıydım. Yayınlanmış tek bir kitabım olsa beni başarısızlıkla suçlayanlardan intikam almış olabilirdim. Oysa daha ilk eleştiride pes ettim. Eksi bir. Şimdi sıfıra vurmak için uğraşıp duruyorum.
Politika, küresel ısınma, buzullarda keşfedilen yeni bitki türleri, terorizm yüzünden yok olan insan ırkıyla ilgilenmem. Ben günlük hayatın olaylarına takılıp kalırım. Bir lokantaya gittiğimde suyumun derhal masama getirilmesi ya da sersem bir kedi yüzünden bölünen uykum. Yıllar önce kitleler için savaşmayı bıraktım. Artık sadece kendimin başrolde olduğu bir roman yaratmaya çalışıyorum.
Tamam biraz da şansınız olması şart. Siz önünüze bakarken arkanızdan geçen bir kadın, tam kapıyı kapattığınızda çalan telefon, tuvalete gitmek için kalktığınızda kapıdan giren bir adam… Onları kaçırdıkça hayat da uzaklaşır. Siz monotonluğun arasında bir dahi olmaya çalışın istediğiniz kadar.
Mümkün olduğu kadar çok insanla tanışmaya çalışıyorum. Benim hikayelerim tükendiğinde onlarınkini anlatabileyim diye. Merak etmeyin hayatlarını çaldığım falan yok. Ciddiye alınmak hoşlarına gidiyor. Çoğu zaman bütün bir gün yaptıklarını takip edip kısa notlar alıyorum. Yaşlılar oldukları yerden fazla hareket etmeyip geçmişlerini anlatıyor. Çocukların konuşma hızlarına yetişmeye çalışmak bile yorucu.
Hırsız. Yazdığım ilk yabancı oydu. Bir eve girdiğinde tanık olduğu sevişmeyi anlattı. Porno filmlerde gördüğüm sahnelerden farkı yoktu. Kadın durmaksızın çığlıklar atıyormuş. Adamın adını sorduğumda cevap veremedi. Oysa kadınlar hep isimleri bağırırlar. Bir hırsızın gerçekleri anlatmasını beklememeli.
İkincisi biraz da hüzünlü bir hikayeydi. Babası tarafından terk edilen on yedi yaşında bir kız. Bana viskimi getirdi. Sonra biraz utanarak birkaç soru sordu, yazdıklarım ilgisini çekmiş olsa gerek. Onu iş çıkışında bir yemeğe davet ettim. Yanlış anlamayın niyetim bedeninden faydalanmak değildi, sadece unuttuğum heyecanları anımsamak istedim. Oysa anlattıkları beş sayfalık bir hikayenin nedeni oldu: Natalie’nin ölen annesinin yasını tutarken babası tarafından terkedilmesi. O anlatırken başına gelen komik bir şeyi anlatıyormuşçasına eğleniyordu. Ben yazarken o kadar başarılı olamadım.
Başkalarını tanımak bende saplantıya dönüştü. Bunda kısmen kendimden sıkılmış olmamın da payı var. Yazacak bir şeyi olmayanlar başkalarının hayatlarını çalar.
Bir düzen kurdum. Her salı perşembe ve cuma saat onda harekete geçtim. Şehrin farklı yerlerindeki kahvelere gidip tek başına vakit geçirmeye çalışan insanların yakınına oturdum. Yalnızlıktan sıkılmış olanlar kendilerini hemen ele verirler: kitapları olmaz, önlerinde kahve fincanları gidip gelir, sürekli etraflarında olup bitenleri izlerler. Onları tavlamak çok kolaydır. Sigara içenlerden bir çakmak rica eder, kadınlara gülümser, gençlere “merhaba”yla söze başlarım. Ardından masalarımız birbirine yaklaşır, iki yabancı hayat tanışmaktan memnun olur. Her zaman şanslı olmam. Bazen o kadar sıkılırım ki yetişmem gereken bir randevuyu ya da açık unuttuğum havagazını bahane etmem gerekir. Sırf bu yüzden evimin yakınlarında avlanmam.
Kadınlarla konuşmak kolay. Onları beğenmiş olduğunuzu düşünürler. Adamlar, eğer homofobik değillerse, söylenecek birini bulmuş olmaktan memnundurlar. Nefret ettikleri bir işte çalışıp, geceleri artık sevmedikleri karısına dönmek zorunda kalan o kadar çok insan var ki… Gençler konusunda şansım pek yaver gitmez. Onlar benim gibi bir ihtiyarla konuşmak için ya acıma duygularını harekete geçirmek ya da sıkıntılarını bastırmak zorundalar. Neyse ki henüz bir bunak sayılmam. Arada bir hoşlarına gidecek konular buluyorum.
Her şeyi not alırım. Kimisinden izin alarak, bir yazar olduğumu, kitabım için ilginç hayat hikayeleri araştırdığımı söyleyerim. Bazılarına da film senaryosu üzerine fikir gelirştirdiğim palavrasını atarım. Benim de başka bir hayatı denemeye hakkım var. İnsanlar sinemacılarla konuşmaya daha meraklı. Yazarlara pek inanmadıklarından olsa gerek.
Dün bir kahvede oturuyordum. Çarşamba olduğu için çalışma günümde değildim. Elimdeki kitabın sayfalarını karıştırıp güzel bir cümleyle kendimi oyalamaya karar verdiğim sırada kapının sesini duydum. Altmış yaşlarında, orta boylu, pek de güzel diyemeyeceğim bir adam girdi. Tezgaha doğru ilerlerken birden beni gördü, gülümsedi, ardından hemen yanımdaki masaya oturup bir kahve ısmarladı. Okumaya devam etmeye çalışsam da merak buna engel oldu. Huzursuzdum. İlk kez incelenen koltuğunda oturuyor olmak biraz canımı sıktı açıkçası.
Adam bana bakıyordu. Her başımı kaldırdığımda üzgün, endişeli, neşeli, meraklı yüz ifadelerinden biriyle karşılaşıyordum. Selam verme ihtiyacı duydum. Kaçamak bir soru sormaktansa konuya sakin ama kararlı şekilde hakim olmak daha akıllıca geldi.
“Pardon beyefendi. Farketmeden duramadım. Orada oturmuş beni izliyorsunuz. Daha önce tanıştık da ben mi unuttum yoksa?”
“Ben her gün bu kahveye gelirim. Hep aynı insanlar olur burada. Barda Roberto, bir de ortalarda dolaşan Anabel. Kimi zaman içkimi getirir, canı istemezse şu köşede oturur.Daha önce hiç sizi görmemiştim. Bu yüzden ilgimi çektiniz açıkçası. Kendi kendime bu adam ne yapıyor olmalı dedim. Sonra de sizin karşınıza oturdum. Benimle konuşmaya başlarsınız diye beklemekteydim.”
Gülmeme engel olamadım. Komik olduğundan değil, adamı ilginç bulmuş olduğumdan.
“Buyrun o zaman. Uzaktan izleyeceğinize masama konuk olun. İsmin Julio. Julio Gonza.”
“Çok kibarsınız. Ben de Mario Samigli. Yazarım.”
Yeni arkadaşımla paylaşacağım çok şey olduğunu anladım o anda. İki avare yazar.
“Demek yazarsınız. İlgi alanınız nedir?”
“ Bu aralar fabller. İnsanlardan oldukça sıkılmış olduğumdan ama. Serçeler, bazen bir iki martı. Kuşlar bütün hayvanlar içinde en narin ve uçucu olanları. Bu yüzden onları seviyorum. Eskiden bir kitap yazmıştım. Yirmili yaşların başında. Raflarda hiç ön sıralara konulmadı ama tek bir kitabımın basılmış olması kartvizitime “Mario Samigli. Romancı.” yazdırmam için yeterli oldu. Sizde bir ressamın yüz hatlarıyla, müzisyenin elleri var. Sanatçı olmalısınız.“
“Pek sayılmaz. Resim yapmayı çöpten adamlarda bıraktım, müzik aletlerini başkaları çalarken severim. Aslında yazıyorum. Kutuların içindeki kağıtları ve defterleri kirleten kelimeleri sayarsanız. Aklıma gelen her ayrıntıyı, bazen sokakta gördüğüm bir kadını, ya da bunun gibi bir tanışmayı unutmamak için yazıyorum şimdilerde. Eskiden bir iki hikaye denemem olmuştu. Yatağımın altına, dergilerln yanına sakladım.”
“Daha içeri girdiğim anda anlamıştım. Masanıza oturup yazdıklarımdan birkaç cümle okumak istedim. Biliyorsunuz insan hikayelerini hep yüksek sesle okumalı. Ancak kendinizi dinlediğiniz zaman anlayabiliyorsunuz, yoksa birkaç çizgi olarak kalır hafızanızda.”
“Benim yazdıklarım pek o kadar önemli değil Mario. Sadece vakit geçirmek için yazıyorum artık.”
“Bakın size başımdan geçen bir olayı anlatacağım. Ama sadece yabancı olduğunuz için. Bu hikayeyi buralarda bilen yoktur. Bu yüzden kendinize saklamanızı rica edeceğim. Büyük bir yazar olmak isterdim. Çok yetenekli olmadığımın da farkındayım. Bu yüzden ilk kitabım yayınlandıktan sonra yazmaya devam ettim. Yirmi yaşımdaki ilk ve son kitabımdan tam kırk yıl sonra korkunç bir oyuna geldim. Gais, Avusturya’dan gelen bir yayıncının kitabımı pek çok dile çevirmek istediğini, buna karşılık bana ömrümün sonuna kadar yetecek para vereceğini söyledi. Onan inanmış olmak benim aptallığım. Öyle kötü niyetlidir ki sırf kıskançlıktan bunu yapmıştı. Ama benim şehvetim de ondan geride kalmadı. Bir gün keşfedileceğimden o kadar emindim ki büyük bir komploya geldiğimi anlamam uzun zaman aldı. Bakın Julio, açıkça söyleyeyim size. Hırs insanı aptallaştırıyor. Yazdıklarıma o kadar aşıktım ki kendime aynada bakmayı unutmuşum. Yazar olmak için herşeyden önce uzaklaşma gerekir. Dünyadan, başkalarından, kalabalıklardan. Ben işyerinde çalışarak tükettiğim enerjimi, akşam hasta ağabeyimin yanında yenilemeye çalışıyordum. Hayranım asla olmadı. Arkadaşlarımdan bir tanesi bile zavallı kitabımla vaktini harcamadı. Bu hayatın acımasızlığı değil, benim beceriksizliğim.”
Sessiz kaldım. Daha önce kimsenin hikayesi böylesine kalbimi acıtmamıştı. Asla takdir edilmeyeceği bir işte çalışan adamın hayatına benzettim onunkini. Onca yıl inanmadığı bir şey için vakit harcamış, sonunda elde edemedikleri içinse üzülmemişti. Benim kelimesizliğim onu rahatsız etmedi.
“Söyledim size Julio. Hayat bu. Bazen fazlasını istemeniz işe yaramaz. Sizin idealleriniz hep geride.”

1 yorum:

Headline dedi ki...

süper bir yazı.
sevgiler,
arzu
http://birdenbire.blogspot.com