11 Ocak 2008 Cuma

Georges Perec: Ansızın ölmeyi diliyorum!

Hepimiz varoluş sorunuyla yüzleşmeye çalışıyoruz. “Ben kimim?” ,“Nereden geldim?”,”Hayatımın ve mutluluğumun anlamı ne?”, “Ölüme doğru her gün azalan zamanda, ayakta kalabilmek için bu kadar mücadele etmem şart mı?”, “Ya yanlış bir sperm kurbanı olduysam?”. Cevapları olmayan yüzlerce soru, duşta, trafikte, metronun bitmeyen merdivenlerinde, uykunun firar ettiği gecelerde, ve hatta kalabalığın içinde beynimize üşüşüyor. Çaresizlik, hepsinin bir gün bizi terk edeceğini bildiğimiz anda başlıyor. Bu durumda çok güçlü olmak, üzüntüleri engellemek, sessiz kalmak bizim seçimimiz. Yine de B şıkkı hep daha çekici geliyor.
Annem ve babam Polonya’dan Paris’e göçen işçilerdi. Bütün insanları kaygılandıran sorunların üstüne Yahudi olmak gibi bir sınıfsal ayrımla dünyaya gelmiştik. Herkesten daha suçlu, daha zavallı, daha köle olmamız öğretilmişti bize. Babam 1920’lerde savaşın hemen ardından annemi alarak Paris’e yerleşmiş, mutsuzluklarından biraz kurtulmak için beni doğurmaya karar vermişlerdi. Bazen bu kararlarından vazgeçmiş olduklarını düşlediğim anlar oluyor.
Mutlu büyümedim. Yazdıklarımda ve size anlatmak istediklerimde geçmişin çok yararını görmüş olsam da, çocukluğum biraz hüzünlü bir hikayenin üzerine kuruldu. İlk savaştan kaçan babam ikincisine katılmak zorunda kaldı ve 1940’ta bir şarapnele basarak öldürüldü. Öldü demek burada canımı acıtıyor. Her savaş bir cinayet, her asker bir intihar komandosu benim nezlimde. Hiçbir savaş özgürlüğe doğru değil. Babamı asla tanıma şansım olmadı ve evet bundan Fransız Hükümetini, Nazi rejimini, silahları ve elbette Tanrı’yı sorumlu tutuyorum.
Tanrı’ya inanabilirdim. Bilirsiniz hepimiz duaların bizi koruyacağını düşlemek isteriz. Ama o izin vermedi. Bundan beni suçlayamaz. 1942’de, daha sadece altı yaşımdayken annem Nazi kamplarından birinde ölü bulundu. Auswitz olduğunu tahmin ediyorlar. Bugün hatıralarımda kalan bulanıklıklar arasında yüzünü seçemiyorum.
Yahudiler için hep söylendiği gibi acındırma politikası yapmak istemem. (Bu konudaki fikirlerimi “W Ou le Souvenir d'Enfance”kitabımın on sekizinci bölümüne saklamayı düşünüyorum) Septisizm’imin ve hayatı anlama çabalarımın nedenini size daha iyi açıklamak istedim. Freud’un dediği gibi yaşam ilk altı yılın tekrarından ibaretse sürekli ölümle karşılaşmış olmam gerekirdi. Neyse ki üzüntülerden sonra biraz daha adil davrandı bana. Tanrı mı yoksa onun kulağına merhamet fısıldayan bir melek mi? Yine cevapsız bir soru.
Kimsesiz kalmamın ardından amcam beni velayeti altına aldı. Ben olup bitenleri anlayamayacak kadar küçük olduğumdan ıslah evine verilmiş olsam da çok farketmezdi. Olaylar hayatımızı normalleştiriyor. Bu durumda tek karışıklık yengeme anne mi yoksa İsabel mi demek zorunda olduğumdu. Gülümseyerek bir annemin zaten olduğunu ve yanımda olmasa da beni koruyacağını söyledi. Istersem yardımcı annem olabilirdi. Ben de ona İsabel demeye karar verdim.
Okula gittim. Diğer çocuklar gibi. Sessiz, çekingen, teneffüslerde önümdeki deftere kelimeler karalayan bir velet olsam da, kimse benden nefret etmedi. Ben de hiç kimseye acıklı hikayemi anlatmak zorunda kalmadım. İlk altı yılı sonraki on iki telafi etmeyi başardı. Liseden mezun olduğumda yaşamı dilediğim gibi kurma özgürlüğüne sahiptim. Amcam beni karşısına oturtarak şunları söyledi: “Georges artık bu hayat senin. Bu evi terk et, yazılarını yaz çünkü sen çok ünlü bir yazar olacaksın. Yalnızca Noel’de ve bazen, eğer odanda bir kitabın son sayfalarına gömülmüş değilsen, Paskalya’da bize uğra. Her ay bankaya git. Sana yolladığım parayı ordan alabilirsin. Ve unutma… Noel’de mutlaka eve gel.” Sonra gittim. Kendi hayatımı kurmaya.
Benim dönemimin modası Sorbonne’da tarih ve sosyoloji okumaktı. Sürekli aynı anlam arama karmaşası. Ben de öyle yaptım “saçma” “dediği dedik”,”macera düşkünü” yaşamı anlamak için üniversiteye gittim. Sayfalar okudum. Kitaplar eskittim. Kabul ediyorum uzun vadede garip bir yaşam enerjisi vermekten başka bir yararı olmadı ama yaşlanırken kendimi öldürmemiş olduğuma şükretmek bile yeterli olsa gerek.
İlk yazılarıma La Nouvelle Revue Française ve Les Lettres Nouvelles isimli Fransa’nın popüler edebiyat dergilerinde başladım. Para kazanmak değil de biraz statü için. Çoğunlukla aklımı kurcalayan günlük sorular, savaş gerçeği ve ölüm kaygısı. O dönem hepimizin aklından geçenler bunlardı. Kadınlar ye da ilişkiler değil.
1958’de sonunda orduya çağrıldım. İnanmadığım işler için günlerimi harcadım. Yazamadım, elimizden çıkan her kağıt parçası birileri tarafından kontrol edilirdi. Sevgi sözcükleri bile kırpılıp giderdi bekleyene. Bu yüzden çok kadın başka adamlar buldu, askerden dönen çok adam bir silahla kendini vurdu. Şimdi geçmiş zamanın hüzünlerini yeniden yaşamak istemiyorum. Tam iki yıl. Bana yirmi iki yıl kal deseniz daha kolay olurdu sanırım. Her gün yeniden yazmaya başlayamayacağım korkusuyla, yeni bir güne bacağım kopmadan uyanmış olmanın mutluluğu arasında bir yerlerde başladım. Pek gülümsemedim ama ağladığım geceler de çok azdı. Beni ayıplamayın lütfen. Bir erkek olarak yetiştirilmiş olsam da, çaresizlik hepimizi aynı hiçliğe sürükler. Orada gözyaşları akmazsa beynimize bir kurşun girer.
1959 sonlarında askerliğime son verildi. Paulette ile evlendim ve yeni bir başlangıcın umudunu hissettim.
Biraz tembel biriyim, Bisiklet turları dışında yerimden kalkıp heyecanlı bir aktiviteye katıldığım pek görülmemiştir. İşlerimi de buna göre seçerim. Ben bedenimi değil ruhumu, karnımı değil de beynimi beslemeyi seviyorum. 1961’de Saint Antoine Hastahanesi’ne bağlı Nerofizik Araştırma Labaratuarı’nda işe girmiş olma nedenlerimden biri de bu. Bu ve elbette insan beynine duyduğum bitmeyen merak. Ama farkındaysanız doktor olmaya kalkmadım. Çok fazla bölünen uyku ve sonsuz bir macera. Burada on beş yıl çalıştım. Paulette öğretmenlik yaprak benden çok para alırdı. Hiçbir zaman bunu sorun etmedi. Ben de yemekleri yaptım.
Labaratuarda çok fazla bilgi vardı. Okuyamadıklarıma üzülmek yerine, ilgimi çeken konulara biraz fazladan zaman harcayıp bir tür bilgin olmaya karar verdim. Ne de olsa tarih ayakkabı bağcıklarına düğüm atmayı bilmeyen dahilerle dolu. Labaratuarımda çok zaman geçirdim. Haftasonları, tatiller hatta geceler. Sadece okumak için değil, çoğunlukla yazmak için. Önce okuduklarımın beynimde yarattığı fikir kırıntılarını defterlere notlar alarak başlayan ufak denemelerim, ardından kitaplarda son buldu. Raymond Queneau ile tanışmam, kısa notlarımı “Yaşam Kullanma Kılavuzu” ismiyle yayınladığım kitaba dönüştürdü. Ne yazık ki ona ithaf ettiğim kitabı göremeden öldü aziz dostum. Onu tanımayanlar hayatın açıklamalarına dair çok şey kaybetmiştir. Qulipo o öldükten sonra daha basitleşti sanki. Bir fikre duyduğum güven hafif sarsıntıya uğradı.
Garip şeyler yazdım. “La disparition” “E” harfini kullanmadan yazdığım kitap olarak tarihe geçmiştir. Pek çok dile çevrilemedi, ya da çoğunlukla yanlış çevrildi. Şiir gibi ancak Fransızca okuduğunuzda anlam kazandı. Neden E’leri yok ettiğimi sordular pek çok kez. Buna tam bir yanıt vermek istemesem de ismimin George Perec olduğunu hatırlattım her seferşnde. Bundan sonra herkes kendi yorumunu yapacaktır.
Kitap yazmak sadece tutku değil, besin kaynağım. Ölmemek için devam ettim. “Les revenentes”. Yıl 1972. “La Disparition” karşısında tek sesli harfin “E” olarak yazıldığı romanımı bazı kritikler kendimi bulma sürecim olarak yorumladı. Hadi ama hayat bu kadar karanlık mı sizce? Sadece beynimi biraz zorlamak istemiştim. Tabii herkes bu serinin üçüncü kitabını bekledi. Yves Klein gibi bir şaheser yaratmayı düşünüyorum.
Sadece tembel değil, biraz da tatminsiz bir mizacım var. Yaşadığım her an yeni bir şeyin bana gelip çarpmasını ve öncelik sıralamamı değiştirmesini beklerim. Film endüstrisine girmem de çok büyük çabaların sonunda değil, tesadüfler sayesinde oldu.
Eugen Helmle benden radyo oyunlarını tercüme etmemi istedi, bu da bir yemek esnasında Philippe Drogoz ile tanışmamı sağladı. Philippe filmler için müzik yapıyordu, birkaç gün sonra arayıp yapımcı bir arkadaşıyla tanışmamın iyi olacağını söyledi. Ben olayların nasıl geliştiğini bile anlayamadan kendi yazdığım “Un Homme Qui Dort” romanının film setindeydim. Senarist bile sayılmazdım ama Bernard Queysanne ile yönetmenlik yapmam için iyi bir para teklif ettiler. Sonra tek bildiğim 1974’te Jean Vigo Ödülü’nü almak için sahneye itelendiğim. Demek ki artık bir yönetmendim.
Ödüller, teklifler, tanınma. Bunların en iyi yanı Cuba purolarını ve Avustralya şaraplarını alacak paramın olması. Yoksa sürekli yazdıklarımı ya da gri tonundaki gölgeleri inceleyerek, iç dünyam hakkında yorumlar yapan sersemlere ihtiyacım yok. Sanırım Fransa’da çok tanınmaya başladığım için Avustralya’ya taşındım. Yoksa şaraplar yüzünden miydi? Belki de koalalardır. Sonuç olarak Queenslan Üniversitesi sadece yazı yazmam için bana geniş bir ev ve güzel bir para önerdi. Seyahat, yeşillik ve kangurular… Daha iyisi olabilir mi?
İlk zamanlar zordu. Dil problemi. Bazen kendimi önemli birine dönüştürmek için olmayan hikayeler anlatırdım. Birine diplomatın oğlu olduğumu, marketin çırağına alkolik anneme baktığımı, hayvanat bahçesindeki görevliyeyse turist olduğumu söylerdim. Genellikle ilgilerini çekmek ya da konuşmamızı geliştirmek için bulduğum tuhaf bir yöntemdi bu. Beni daha çok sevdiklerini düşünüyorum. Ya da daha az uzak hissettiklerini.
Huzur yine tembellik getirdi, yazdıklarım seyrekleşti. Avustralya havası o kadar sakindi ki beni yataktan çıkmak istemeyen romantik bir adama dönüştürmeye başladı. Bir gün kendime kızdım, ertesi gün yine aynı keyif duygusu. “53 Jours” isimli kitabımı bitirmeye çalışıyordum. Düşüncelerim izin vermedi. Bir de akciğer kanseri. Doktorlar durumumun kötüye gittiğini haber verdiklerinde Fransa’ya dönmek istedim. Geride kalanlara veda edebilmek için. Ölümümü görmek işleri yoluna koyar diye düşündüm. Sadece 45 yaşımdaydım, en azından beni tanıyamayacak bir oğlum yok.

1 yorum:

Unknown dedi ki...

bu alinti, K dergisinden miydi yoksa Perec'in yayimlanmis baska bir kitabinda midir? hatirliyorum bir yerlerden ama nerden.